CHP'de yaşanan tüzük tartışmaları Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile Genel Sekreter Önder Sav'ı karşı karşıya getirerek partide taşların yerinden oynamasına neden oldu. Kılıçdaroğlu, 3 Kasım günü Parti Meclisi'nden yeni Merkez Yürütme Kurulu'nu, Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan gelen yazıyıyla birlikte 32. Olağan Kurultay'ında hazırlanan ve Baykal döneminde bir türlü hayata geçirelemeyen yeni tüzük ile seçmek isterken, Sav, Parti Meclisi üyesi yandaşlarını yanına alarak seçimli tüzük kurultayına gidilmesini istedi ve yapılan kurultay neticesinde MYK'nın seçilmesinin doğru olacağını savundu. Aynı gün içinde CHP'de açığa çıkan iki yönetim birbiri ardına toplantılar yaptı. Kılıçdaroğlu Sav'ı parti içinde “korku imparatorluğu” kurmakla suçlarken, Sav ise Kılaçdaroğlu'nu CHP'yi Atatürk'ün parti çizgisinden uzaklaştırmakla suçladı. İki yönetim arasındaki kayıkçı kavgasının galibi, PM üyelerinin bir kısmının Sav'dan desteğini çekmesi ve 10 yıldır yönetimde saltanatını sürdüren Sav'ın genel sekreterlikten tasfiye edilmesiyle Kılıçdaroğlu yönetimi oldu. Bu tartışmaların ardından CHP MYK, yürürlüğe giren yeni tüzüğe göre 13 genel başkan yardımcısı ve genel sekreterliğe seçilen Süheyl Batum'dan oluştu. Böylece “Eski CHP” gitti, “Yeni CHP” geldi.
Türk burjuva basınında geniş yer alan tartışmalar, genel olarak, bu tartışmaların altında “ideolojik gerekçeler” olduğu tespitiyle ele alındı. CHP'de yaşanan bu son krizi bu şekilde açıklamak büyük bir yanılgı olur. Çünkü, CHP'yi azbuçuk takip edenler bile, CHP'nin medyaya yansıyan kongre seçimlerini hatırlayacak olurlarsa alışık olduğumuz bu tür krizlerin ve kavgaların yaşandığını göreceklerdir. Bu son kriz de, diğerleriyle biçim olarak aynı ama içerik olarak farklı anlamda olup, partinin siyasi yönelişinde bir dönüşümün olup olmayacağına dairdi.
Önder Sav'ı parti içinde güçlü ve önemli kılan, onun, genel sekreterliğin vermiş olduğu yetki ile dokunulmaz olması ve parti teşkilatları üzerindeki ağırlığı ile de parti liderinden çok sözünün geçerli olmasıydı. O, aynı zamanda, güncel-politik gelişmeler karşısında partinin izleyeceği politikaya yön veren isimdi. Önder Sav, her ne kadar Deniz Baykal'ın video skandalının ardından Kemal Kılıçdaroğlu'nu partinin başına getiren partideki en önemli isim olsa da, onun parti içindeki gücü sayesinde Kılıçdaroğlu'nun elini kolunu bağlıyor olması ve de onu yönetiyor olması Kılıçdaroğlu'nu haklı olarak rahatsız ediyordu. Çünkü o böylece Sav'ın kuklası konumundaydı. Başka bir ifadeyle, Sav, “parti içi demokrasi”'nin önündeki engellerden bir tanesiydi. Şimdi, dengeler Kılıçdaroğlu lehine değişti, belirsiz de olsa tüzük kurultayı rafa kaldırılmış bulunmakta; ancak, unutmayalım ki, parti içinde Kılıçdaroğlu'na çelme takacak “değerli yoldaşları” üst düzey konumlarda görevlerini hala sürdürüyorlar.
Kılıçdaroğlu'ndan Sol-Popülist Söylemler
Kılıçdaroğlu yeni yönetimini belirlediği gün ağzından çıkan “Yeni CHP”yi, Sav'a göndermede bulunarak, şu sözlerle açıklık getiriyordu: “Biz yeni CHP derken, geçmişi unuttuk diye bir anlayışı reddediyoruz. Yeni CHP'den kastımız, CHP'nin yeni yönetimi. Bu yönetim halktan yana bir yönetimdir. Korkulara karşı direnen, özgürlükçü, özgürlüğü getiren bir yönetimdir. Hiç kimse bizi özgürlüğün, hukukun dışındaki bir alana taşımayacaktır.” Bu konuşmasına “CHP devrimcilerin partisidir” (!) diye başlamıştı Kılıçdaroğlu. Birkaç gün sonra Ecevit'i anma töreninde de, konuşmasına “değerli yoldaşlar” diyerek başladı.
Biz Marksist devrimciler, bu “devrimcilerin partisi” CHP'nin tarihsel süreç içerisinde emek-sermaye çelişkisi, özelleştirmeler, Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, laiklik vb. konularda yaklaşımını ve tutumunu gayet iyi biliyoruz. Tek parti döneminde halk düşmanı baskıcı politikalar, “ortanın solu” olarak ifade edilen “halkçı” Ecevit döneminde popülist politikalar, Baykal döneminde statükocu-devletçi politikalar izleyen CHP, işçi sınıfını bir silindir gibi ezen askeri darbeleri desteklemiş; Alevilere, Kürt halkına ve devrimcilere karşı yapılan katliamlara da göz yummuştur. Böyle bir CHP'nin genel başkanlığını yapan Kılıçdaroğlu'nun, bugün gelinen noktada değişim rüzgarına kapılıp sol-popülist söylemlerde bulunmasının elbette bir anlamı var.
Türkiye'de gerçek anlamda sosyal demokrat bir partinin olmadığı ve böyle bir partiye ihtiyaç duyulduğu serzenişini sıkça duyuyoruz sermayenin kalemşörleri tarafından. Çünkü böyle bir partinin olmaması dünyanın en büyük 17. ekonomisine sahip ve AB üyeliği yolunda ilerleyen Türkiye'ye “yakışmıyor”du. En önemlisi halkın büyük desteğini arkasına alan AKP'nin karşısında, burjuvazi için alternatif olacak bir parti yoktu. Aynı zamanda sınıf mücadelesinin keşkinleştiği dönemlerde işçi sınıfını burjuva düzen sınırları içerisinde konrol altında tutacak bir parti de yoktu. Böyle bir parti, ancak geçmişte Ecevit ile bu deneyimi yaşayan CHP olabilirdi. Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölgesel ve küresel gelişmelere bağlı olarak bunun startı verildi. Baykal video skandalı ile uzaklaştırılırken halkın gözünde sempatik görünen Kılıçdaroğlu partinin başına getirildi. Halkın gözünde artık prim yapmayan ve Türkiye'nin yayılmacı politikalarına ters düşen statükocu-devletçi politikalardan yavaş yavaş uzaklaşan Kılıçdaroğlu CHP'si, işçi hakları, işsizlik, yoksulluk, sosyal adalet, toplumsal refah, eşitlik ve özgürlüklerden bahsederek hem burjuvaziye hem de üyesi olduğu Sosyalist Enternasyonal'e sosyal demokrat bir parti olma niyetini göstermiş oldu.
Önce “Gandi” sonra “Halkçı Ecevit” benzetmesiyle halkın karşısına çıkan Kılıçdaroğlu, bizlere, “işçi” diye bir şey olduğunu hatırlatıp bol kepçeden atıp tuttuktan sonra “taşeron sistemini kaldıracağı” sözünü verdi. Kılıçdaroğlu, gerçekten bu sözünde samimi olsa öncelikle CHP'li belediyelerde taşeron işçi çalıştırmayı yasaklar; taşeronlaştırmaya karşı mücadele eden Kent A.Ş işçilerinin talepleri doğrultusunda işe geri alınması için rol oynardı. Partisi CHP, parlamentodan geçen işçi sınıfı aleyhine çalışma alanlarında kuralsızlaştırma ve güvencesizleştirmenin önünü açan yasaları; Tekel işletmeleri, şeker fabrikaları ve TEDAŞ gibi kamu kurumlarının özelleştirilmesi yasalarını muhalefet etmek bir yana destekleyici bir tutum sergilemiştir. Buna şaşırmıyoruz çünkü bir burjuva partisinin işçi sınıfının yanında değil onun karşısında yer alır ve işçi sınıfına yönelik saldırı politikalarını savunur.
Sosyal demokrat bir parti olma yolunda ilerlediğini iddia eden “Yeni CHP”, elbette yine aynı şekilde ama bu sefer sol popülist söylemlerle özelde Türkiye burjuvazisinin genelde küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket edecektir. Kılıçdaroğlu henüz partisinin ekonomi politikasını net bir şekilde ortaya koymasa da, onun basına verdiği demeçlerden AKP hükümetinden daha çok sanayiciyi destekleyeciği, sosyal devlet anlayışı, özelleştirmeleri ve AB'yi savunan bir ekonomi politikasına sahip olduğunu anlıyoruz. Kılıçdaroğlu basına verdiği bu demeçlerle burjuvaziye güven veriyor aynı zamanda. Kılıçdaroğlu'nun “halkçı” ve “popülist” söylemlerle, ulusal kalkınmacı ekonomik modelde sosyal devlet anlayışını hakim kılması bugünün dünya gerçeğinde elbette mümkün değil. O, bu şekilde, kulağa hoş gelen söylemlerle solun desteğini de arkasına alarak işçi ve emekçilerden oy kapma peşindedir.
Yeni CHP ve Kılıçdaroğlu'nun kaypaklığı kensini en açık Kürt meselesine yaklaşımda gösteriyor. Kılıçdaroğlu Kürt demekten özenle kaçınırken, kendi Kürt kimliğini dahi inkar edebiliyor. Kürt meselesini asıl olarak ekonomik kökenli bir sorun olarak ele alma tutumu, hiç şüphesiz CHP'nin inkarcı çizgisiyle uyumlu, fakat CHP'yi hiçbir zaman ikinci AKP olma düşüne kavuşturmayacak bir tutumdur. Şu sıralar bir değişiklik gözlenmeyen bu tutumun değişip değişmeyeceğ, CHP'nin hazırlanan “Güneydoğu raporu” ile netlik kazanacak.
Değişim ve Sosyal Demokrasi
Üretimdeki alt yapısal ekonomik değişikler, üst yapı olarak ifade edebileceğimiz başta devlet, siyaset, hukuk ve kültürü kaçınılmaz olarak değişime zorlar. Küresel kapitalizmin iç dinamiklerinde yaşanan değişikler özellikle kendisini son 30-40 yılda gelişmiş kapitalist ülkelerde gösterdi. Dünyada değişen dinamiklerin etkisiyle Türkiye de bundan nasibini aldı. Bunu anlamak için Türkiye'de son birkaç yıldır yaşanan gelişmelere bakmak yeterli (burada fazla ayrıntıya girmiyoruz, önceki sayılarımızda yaşanan gelişmelere dair görüşlerimizi ifade etmiştik). Özellikle AKP hükümeti döneminde, Başbakan Erdoğan öncülüğünde, Türkiye, bölgesel ve küresel olarak siyasi ve ekonomik meselelerde aktif bir rol oynuyor. Türkiye burjuvazisi dünyaya açılıyor, Türkiye, küresel sermaye için bir çekim merkezi haline geliyor. AKP'den sonra iktidara talip olacak partilerden biri olan CHP'nin, küresel sermayeye “şirin” gözükmek için değişimlere kayıtsız kalması artık mümkün değildi; aksi durumda CHP hiçbir zaman bir iktidar alternarifi konumuna gelemezdi. 33. Olağan kurultayında CHP, sosyal liberal politikalar izleyerek değişimin işaretini vermiş olsa da Kılıçdaroğlu ile birlikte politik-örgütsel olarak değişim ve dönüşüm hız kazanacaktı.
Başbakan Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetinin, uluslararası alanda pastadan pay kapmak için Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda bölgesel ve küresel ölçekte adımlar atarken izlediği kırılgan küreselleşmeci politikalar, zaman zaman ABD ve AB emperyalizminin çıkarlarına ters düşmesi nedeniyle, AKP hükümetinin emperyalizmin çıkarları açısından miadını doldurabileceği ihtimali, onun yerini alabilecek bir partinin hazırlanmasını elzem kılıyor. Görünen o ki emperyalizm alternatif olarak CHP'yi uygun gördü. Peki, CHP'nin sosyal demokrat bir parti olması emperyalizm için bir sorun teşkil eder mi? Bu sorunun cevabını sosyal demokrasinin tarihinde aramak gerekiyor.
Sosyal demokrasinin tarihi, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı başladığı zaman tarihsel bir kırılma yaşamıştır. Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin başını çektiği Avrupalı sosyal demokrat partiler emperyalist savaşa destek vererek işçi ve emekçileri yıkıma sürüklemişlerdir. İşte o zaman uluslararası işçi sınıfının önderi konumundaki II. Enternasyonal (diğer adıyla Sosyalist Enternasyonal) iflas etmiş ve Bolşeviklerin önderliğinde enternasyonalist devrimciler III. Enternasyonal'i kurmuşlardır. Kapitalizmle barışık biçimde yaşamayı savunan sosyal demokratlar, işçi sıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin önünde bir engel haline gelmiş, faşizmin iktidara yürüyüşü karşısında seyirci kalmış, burjuvazinin reformlar adı altında işçi sınıfına karşı saldırı politikalarını onaylayarak uzlaşmacı bir tutum sergilemişlerdir. Bugün CHP'nin de üyesi olduğu Sosyalist Enternasyonal'in geldiği nokta ortada. Şimdi yukarıdaki sorumuza cevap verecek olursak, tabii ki, hayır!
CHP'nin işçi düşmanı bir burjuva partisi olduğunu gerçeği, söylemi ne kadar değişirse değişsin varlığını koruyor. Mersin'de Akdeniz Çivi işçilerini sendikalı oldukları için işten çıkaran ve ardından da fabrikayı kapayan kapitalistin Mersin Yenişehir Belediye Meclis üyesi bir CHP'li olduğunu, İzmir Buca'da taşeron işçileri işten atan belediyenin de CHP'li olduğunu hatırlatalım.
Soldan Destek
Türkiye'nin Kılıçdaroğlu CHP'si ile sosyal demokrat bir partiye kavuşacak olmasını ulusalcı sol olumlu bir gelişme olarak gösterip memnuniyetle karşıladı. ÖDP'nin günlük gazetesi Birgün öve öve bitiremedi Kılıçdaroğlu'nu. TKP ise Kılıçdaroğlu'na kutlama mesajı içeren bir mektup gönderdi. Mektupta, gelişinin halk nezdinde gösterdiği umut verici gelişmenin dikkate alındığını ve CHP'nin gerçekten “sol” bir parti olması için “öneriler”ini dile getirdi. Belli ki CHP'nin yeniden Ecevitli döneme-söyleme geri dönüşü ulusalcı sol kesimler tarafından istenilen bir durum. Ne de olsa o zamanlar da yine aynı şekilde CHP'yi desteklemiş, CHP'nin “halkçı”, “ilerici” yönüne saygıda kusur etmemişlerdir.
Bütün politikasını AKP karşıtlığı üzerinden şekillendiren ulusalcı sol, şimdi, sol değerleri toplumla buluşturma yolunda kendilerince iyi işler çıkaracağını düşündükleri CHP ile, AKP hükümetini önümüzdeki seçimlerde yenilgiye uğratmak için birlikte hareket etmenin hesabını yapıyor. Önümüzdeki aylarda daha doğrusu seçimlerden önce AKP karşıtlığı zemininde oluşacak “sol ittifak”lar muhtemeldir. Referandumun ardından ulusalcı solun hedef kitlesi belli olmuştu zaten. “Hayır” oyu ile CHP ile aynı zeminde buluşan ulusalcı sol %42'lik oranı bir “başarı” olarak görürken bu başarıyı hanesine yazmakta ve %42'lik kesim içerisindeki büyük çoğunluğu CHP'li ve MHP'li olan seçmeni, “Evet” oyu veren AKP'li seçmen karşısında “ilerici” olarak tanımlamaktaydı. Elbette bu, onların Kemalizmle ve Stalinizmle hesaplaşmamasının ve geçmişten dersler çıkarmamasının bir sonucu. Onlar bu sayede işçi ve emekçileri, tabanlarındaki samimi sosyalistleri Kılıçdaroğlu CHP'sine yedeklendirmektedir. Öte yandan, sendikaların başına çöreklenmiş sendika bürokratları da Kılıçdaroğlu'nun yanında yer alarak göstere göstere işçi ve emekçileri CHP'nin peşine takmaktadır.
Büyük yanılsamalara yol açacak olan “Yeni CHP”'nin, seçimlerden büyük bir galibiyetle çıkıp iktidar olduğunda nasıl bir politika izleyeceğini tahmin etmek zor değil. Bunun için yanı başımızdaki komşu Yunanistan'a bakmamız yeterli. Yunanistan'daki CHP'nin ikiz kardeşi diyebileceğimiz PASOK'un AB ve IMF'nin talimatları doğrultusunda nasıl bir kemer sıkma politikası izlediğini biliyoruz. Dolayısıyla, her koşulda işçi sınıfının bağımsız devrimci politikasını savunan Marksist devrimciler için yenilgilerle dolu tarihten dersler çıkartarak sosyal demokrasinin gerçek yüzünü her fırsatta dile getirmek ve işçi sınıfının burjuvaziden ve devletten bağımsız devrimci partisini örgütlemek görevi hala yakıcılığını koruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder