Yeni yıla Kuzey Afrika'da başlayan emekçi halk isyanlarıyla girmiştik, önce Tunus'ta başlayan halk ayaklanması buradan birçok ülkeye yayılmış, Tunus'ta Bin Ali'yi, Mısır'da ise Mübarek'i devirmişti. Libya'da süren isyansa Kaddafi rejimi tarafından zor yoluyla bastırılmaya çalışılıyor. Libya halkı için önemli bir tehdidi de emperyalistlerin “barış” müdahalesi adı altında işgal ihtimali oluşturuyor. Tüm bu ülkelerdeki diktatörlük rejimlerini yıllardır destekleyen burjuva devletler, bugün emekçi halkların isyanıyla devrilen ya da devrilmek üzere olan diktatörlerin karşısında olduklarını ilan ediyorlar. Bu ikiyüzlülük yalnızca büyük emperyalist güçlere has değil, Türkiye devleti de hiç şüphesiz aynı oyunun bir parçası. Dünya egemenlerinin bugün halk isyanlarının “yanında” olduklarını açıklamaları, elbette isyan eden halkların ezilmelerine gerçekten karşı olmalarından ve onların taleplerini desteklemelerinden kaynaklanmıyor. Egemenler, yıkılması kaçınılmaz iktidarların ardından, bölgede çıkarlarını güvence altına alma telaşı içindeler. Hiç şüphesiz, bu isyanlardan en büyük korkuyu duyanlar da güçlüsünden zayıfına dünya burjuvazidir. Telaşları, bir diktatörün devrilmesinden değil, sermayenin diktatörlüğünün yıkılması ihtimalinin yakıcı bir şekilde kendisini göstermesinden kaynaklanıyor.
İktisat-Siyaset yayınlandığı günden bugüne, dünyanın toplumsal patlamalara gebe olduğunu ve bu yönde hazırlık yapılması gerektiğini vurguluyor. Emekçi halkların ayağa kalkacağı öngörüsü kahinvari bir öngörü değil elbette, bu tamamiyle sınıf mücadeleleri tarihinin deneyimlerinden ve bugünkü koşullardan zorunlu olarak varılan bir sonuçtu. Bugün, ayağa kalkan milyonlarca emekçi, sokaklara egemen oluyor ve “yıkılmaz” denilen diktatörleri alaşağı ediyorlar. Bu, emekçi kitlelerin kendi öz güçlerine duydukları güveni olağanüstü arttıracak bir gelişme. Fakat ortada çok önemli ve belirleyici bir eksik var. Diktatörler devriliyor, fakat isyanlara yol açan, emekçilerin gün be gün sömürülmesini, siyasi ve toplumsal olarak ezilmesini doğuran kapitalist sistem dimdik ayakta duruyor. Ayağa kalkan emekçilerin başlıca eksiği, kapitalist diktatörlüğü yıkmak üzere örgütlenmiş enternasyonalist bir Marksist partiye sahip olmamalarıdır. Bu eksiklik, tarihteki onlarca örnekte olduğu gibi, bir diktatörün devrilmesi ve yerine bir başka diktatörün geçmesiyle sermayenin diktatörlüğünün sürdürülmesi sonucundan başka bir sonuç veremez.
Elbette bu eksiklik giderilemez değildir, bugün ayağa kalkan Kuzey Afrika ve Ortadoğulu emekçiler -düşük bir ihtimalle de olsa- mücadele içerisinde işçi sınıfının iktidarı perspektifine sahip bir partiyi örgütleyebilirler. Ve bu yönde emekçilerin doğrudan demokrasisin aracı olacak olan işçi-emekçi konseylerini / meclislerini inşa edebilirler. Birkaç yıldır işaretlerini veren, bugünse doruk noktasına ulaşan dünyadaki toplumsal patlamanın sınıfsız ve devletsiz bir dünya toplumuna sıçrayabilmesinin başlıca yolu, bu amaçla emekçileri birleştirecek bir partiyi dünya merkezinde ve her ülkede inşa etmektir; devrim trenini kaçırmak, arkasından gelen ve uzun yıllar sürecek gericilik yıllarını hazırlamak anlamına gelebilir, kısacası bizlerin de treni yakalamak için fazla zamanı olmayabilir.
***
Türkiye'de son aylarda öne çıkan iki işçi direnişi var, bunlardan biri PTT, diğeri de Ontex'te süren direniş. PTT'ye bağlı taşeron şirketlerde çalışan 200'e yakın işçi yılbaşında işten çıkarılmışlardı. Bunun arkasından direnişe geçen PTT taşeron işçileri iki ayı aşkın süredir Topkapı AVPİM önünde direnişlerini sürdürüyorlar. İşçiler, açıkladıkları mücadele programında şu talepleri dile getirmişlerdi: 1. Taşeron çalışma yasaklansın, 2. Taşeron işçiler kadroya alınsın, 3. PTT'nin AŞ.'ye dönüştürülerek özelleştirme adı altında peşkeş çekilmesi durdurulsun, 4. İşten atılanlar geri alınsın; herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi sağlansın, 5. Torba yasada yer alan işçi ve emekçilerin kırıntı düzeyindeki haklarını dahi yok eden uygulamalar iptal edilsin, 6. İşçi ve emekçilerden kesilen primlerle oluşan işsizlik sigortası fonunun patronlara peşkeş çekilmesi sonlandırılsın.
***
Toplu sözleşmenin kendilerinden habersiz imzalanmasını protesto etmek ve işyeri temsilcilerinin seçim yoluyla belirlenmesi talebini iletmek için 16 Şubat’ta, üyesi oldukları Selüloz-İş İstanbul Şubesi’ne giden Ontex işçileri işten atılma saldırısıyla karşı karşıya kaldılar. Şubeye gidişin ertesi günü de gece vardiyası çıkışında işten çıkarılan 15 işçi (ardından sayı 17'ye çıktı), 17 Şubat sabahı Yenibosna’daki Ontex fabrikası önünde direnişe başladı. Sendika-patron işbirliğiyle işten çıkarılan işçiler, tüm fabrika işçilerinin yer aldığı fabrika komitesinde yer aldıkları, sendikal bürokrasiye karşı kendi öz-örgütlülüklerini yarattıkları için yalnızca patronun değil, sendika bürokratlarının da düşmanı haline gelmişlerdi. İşçiler fabrika önünde sürdürdükleri direnişlerini cumartesi günleri saat 18.00'de Taksim'e taşıyorlar. Can Bebeye-Can Ped'e-Helen Harper'a boykot kampanyası yürüten işçiler, Galatasaray Lisesi'nin önünden Burger King'in önüne yürüyerek burada bir basın açıklaması gerçekleştiriyorlar. Ontex örneği, sendikal bürokrasinin çürümüşlüğünü hiç şüphesiz en iyi gösteren örneklerden birisi oldu. İşçiler sendikal bürokrasiyi aşmak ve mücadelelerini kendi ellerini almak istediklerinde karşılarında patron-sendika işbirliğini gördüler. Ontex örneği hiç şüphesiz tüm işçilerin yürümesi gereken yolu gösteriyor; işçiler taban örgütlülüklerini inşa etmeli ve sendikal bürokrasiyi aşmalıdırlar. Torba yasanın tüm sendika konfederasyonlarının sessiz onayıyla meclisten geçtiği de hatırlanırsa, sendika bürokrasinin aşılmasının ne kadar yakıcı bir sorun olduğu daha iyi görülecektir.
***
21 yıl aradan sonra metal işçileri greve gidiyor. Tabandan gelen basınç Birleşik Metal-İş yöneticilerini grev kararı almak zorunda bıraktı. Birleşik Metal-İş Eskişehir Şube Başkanı Bayram Kavak sürece ilişkin şunları söylüyor: “Bu süreçte farklı bir işçi yapısıyla karşı karşıyayız bunu belirteyim. Her zaman ‘benim derdim var, borcum var, greve gidemem’ diyen işçi, bu yıl ‘evet benim derdim var, borcum var, bu yüzden iyi bir toplu iş sözleşmesi ihtiyacım var.’ diyor. Biz de tabanın iradesine uyduk.” Metal patronları da grev hazırlıklarını sürdürüyorlar. Metal işçilerinin bu mücadelesi hiç şüphesiz işçi sınıfının tamamını yakından ilgilendirmektedir. Metal işçileri, mücadelelerini yalnızca patrona karşı değil, sendikal bürokrasiye karşı da sürdürdüklerinin bilinciyle kendi taban örgütlülüklerini inşa etmeli ve grevi kendi ellerine almalılar. İşçiler kendi öz-güçlerini ortaya koyar, mücadeleyi diğer sektörlerdeki işçilere yayarlarsa hiç şüphesiz yalnızca patronların değil, sendika bürokratlarının da atacakları adımlara karşı hazırlıklı olurlar ve süreci başarıyla sonuçlandırabilirler.
***
Öğrenimini sürdürürken çalışmak artık sıradan bir hal aldı. Öğrenci işçiler çalışma yaşamının her alanında ya ücretli işçi olarak ya da stajyer olarak sömürülüyorlar. Çalışmanın sebebi, geçimini sağlama isteği olduğu kadar çoğu durumda üniversitenin aldığı har(a)ç parasını ödemek amaçlı oluyor. Bu sebeple inşaatlarda çalışan ve iş kazası adı altındaki iş cinayetleriyle yaşamını yitiren birçok arkadaşımız vardı. Ne yazık ki onlara geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımız daha eklendi. Harç parasını ödeyerek Amasya Üniversitesi'ndeki eğitimine devam etmek isteyen Nesih Taşkın, taşeron şirkete bağlı olarak çalıştığı inşaatta iş güvenliği eksikliği nedeniyle inşaattan düşerek yaşamını yitirdi. Nesih, yalnızca patronların maliyetten kaçındıkları için ölüme gönderdikleri bir işçi değil, aynı zamanda paralı eğitim sistemin öldürdüğü bir öğrenci olarak aramızdan ayrıldı.
***
Tüm üniversitelerde süren baskılar, İstanbul Üniversitesi'nde artarak devam ediyor. İlk dönemde özel güvenliklerin üst aramasını protesto ettikleri için 45 öğrenciye açılan soruşturmayı, bu dönem afiş asmak ve bildiri dağıtmaktan açılan soruşturmalar ile Beyazıt Meydanı'nda yapılan eylem nedeniyle açılan soruşturmalar izledi ve soruşturma sayısı yüze yaklaştı; konuyla ilgili yazımızı içeride bulabilirsiniz.
***
Kadına yönelik şiddetin dizginsiz bir biçimde sürdüğü, taciz, tecavüz ve cinayet haberlerine her gün yenilerinin eklendiği bir dönemi yaşıyoruz. Bugün gündem oluşturan “kadına yönelik şiddet”, yeni bir vaka değil. Erkek egemen sistemin dişlileri, kadını öğütmeye devam ediyor. Sistemin dişlileri arasından sızan kan, çoğu zaman görmezden gelindi ama artık orta yerde bir kan gölü oluşmuştur. Sessiz kalmanın mümkün olmadığı bir manzara var önümüzde! Burjuva medyanın kimi çanak yalayıcıları -Endin Ardıç, Emre Aköz ve türevleri-, tecavüzcüyü koruyan burjuva hukuku, “kocasıdır döver” diyerek nice kadın cinayetinin işbirlikçisi olan kolluk, “çocuk doğurun başka ihsan istemez” diyen siyasi irade; hepsi, artık sessiz kalınamayacak bir noktada olduğumuzu gösteriyor bizlere.
Sema Karakoca’nın katli, kadın cinayetlerine bir yenisini daha ekledi geçtiğimiz günlerde. Uludağ Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğrenci olan Sema Karakoca 16 Şubat günü “kaybolmuştu”. Vahşice katledilmiş cesedi ise 2 Mart’ta, bir dere kenarında bulundu. 1000'e yakın öğrenci ve bilim emekçisi, erkek egemen sistemin bu yeni cinayetini sokağa çıkarak protesto ettiler. Kadın cinayetlerinin böylesine pervasızca işlenebiliyor oluşunun altında yatan toplumsal nedenler, kapitalizm eliyle sürekli olarak yeniden üretiliyor. Töre, ahlak, namus kisvesi ardına gizlenen katillerden hesap sorulmadığı gibi bir de sırtları sıvazlanıyor.
Tüm bu karanlık tablodan çıkan sonuç, şiddete, katliamlara, cinsiyetçiliğe ve her türden gerici baskıya boyun eğmemek gerekliliği ve kapitalizmin besleyip büyüttüğü erkek egemenliğine karşı mücadeleyi yükseltme zorunluluğudur.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder