3 Kasım 2009 Salı

Türkiye - Ermenistan İlişkileri


Türkiye ile Ermenistan'ın dışişleri bakanları arasında 10 Ekim'de Bern'de ilişkilerin normalleştirilmesi ve sınırların açılması hakkındaki protokol imzalandı. Bölgede ve kısmen dünyada önemli bir yankı yaratan bu olay bir yandan da gündeme protokol kriziyle oturdu. Antlaşmanın imzalanması birkaç saat gecikti ve nihayetinde imzalandıktan sonra basın açıklaması yapılmadı. Krizin nedeni ise Yukarı Karabağ sorunuydu. Ermenistan, imza için bu sorunun ön koşul olarak ileri sürülmesine karşı çıkarken, Türkiye de Azerbaycan'ın gönlünü alma telaşındaydı. Nihayetinde Rusya dışişleri bakanı Lavrov'un araya girmesiyle kriz sonuçlandı.


Ermenistan halkının önemli bir bölümünde ülkenin içine düştüğü ekonomik dar boğazdan çıkış umuduyla protokole dair tepkiler olumluydu. Fakat muhalefetteki Taşnak Partisi ve yurt dışındaki Ermenilerin tepkisi ağır oldu. Taşnak Partisi bu protokolü ihanet olarak görürken Avrupa ve Amerika'daki Ermeni burjuvaları Ermenistan'a desteği kesebileceklerini söylediler.
Türkiye'de ise milliyetçilerin tepkileri zaten biliniyordu. İmzalar atıldıktan sonraki gün “Ermeni'ye boyun eğildi”, “Azerbaycan'a ihanet ettik” türünden tepkiler vermekte gecikmediler. Bazı ülkelerde ise protokol bizzat devlet yöneticileri tarafından ayakta alkışlandı. Bu protokolün imzalanmasının altında yatan nedenlere ve işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğine değinmeden önce bugüne kadarki sürece kısaca değinmekte fayda var.
Dünden Bugüne Ermenistan-Türkiye İlişkileri
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra onun birer uydusunu oluşturan cumhuriyetlerden ardı ardına bağımsızlık haberleri gelmişti. Bu cumhuriyetlerin içinde Ermenistan ve Azerbaycan da vardı. Türkiye, Ermenistan'ı ilk tanıyan devletlerden birisi olmasına rağmen onunla diplomatik hiçbir ilişki geliştirmemişti. Sovyetler Birliği'nin varlığı altında halklar arasındaki çatışmalar sonlandırılmamış sadece derinlere atılmıştı. Bunlardan birisi de Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorunuydu ve bu sorun 1993 yılında patlama noktasına gelecekti. Bu bölgedeki Ermeniler, Ermenistan'ın açık desteğiyle Azerbaycan'a karşı ayaklanıp yönetimi Azerbaycan'a vermeyi reddettiler, Ermenistan'a bağlandılar ve bir savaş durumu söz konusu oldu.
Bu durum 1994 yılında Ermenistan ile Azerbaycan arasında ateşkes antlaşması imzalanması ile son buldu. Fakat 1993'ten itibaren hem Azerbaycan hem de Türkiye'nin kara sınırını kapatması Ermenistan'ı ekonomik olarak izole etti ve Ermenistan ekonomisi günden güne zayıfladı. Bununla birlikte her iki taraf arasında da bir çeşit mücadele söz konusu oldu. Ermenistan, Türkiye'den soykırımı tanımasını, Azerbaycan'dan ise Dağlık Karabağ'dan vazgeçmesini istiyordu. Türkiye ve Azerbaycan ise tam tersini istiyorlardı.
Ermenistan birkaç ülkede soykırım iddialarını kabul ettirebilse de asla bunu istediği noktaya getiremedi. Çünkü emperyalist güçler hem Türkiye hem de Ermenistan ile iyi ilişkiye sahipler ve bunu bozmak istemiyorlar.
2008 yılından itibaren değişim rüzgarları esmeye başladı, Türkiye ile Ermenistan arasında kapalı kapılar ardında altı ay süren görüşmelerden sonra Eylül 2008'de Abdullah Gül, Erivan'a Ermenistan'la Türkiye arasındaki futbol maçını izlemek için gitti ve ilişkiler resmen başlamış oldu. Elbette hem Türkiye'deki hem Ermenistan'daki milliyetçilerin hem de Azerbaycan'ın tepkisi sert oldu. Fakat hem uluslararası durum, hem de iki ülkenin içindeki değişim rüzgarları nedeniyle bu milliyetçi tepkiler başarıya ulaşamadılar. Ermenistan yıllardır izole olmuş ve Ermeni halkının çoğunluğu gittikçe büyüyen yoksulluktan sonra artık Türkiye ile ilişkilerin başlamasını destekler olmuştu. Türkiye'de de Hrant Dink'in cenazesine binlerce insanın katılması benzer yönde bir işaret olmuştu.
Görüşmelerin sonucunda 22 Nisan'da (Ermeniler tarafından soykırımı anma günü olarak kabul edilen 24 Nisan'dan iki gün önce) Türkiye, “ilişkilerin normalleştirilmesini” hedefleyen yol haritası açıklandı. Fakat öte yandan Azerbaycan'ın da gönlünün alınması gerekiyordu ve Tayyip Erdoğan 14 Mayıs'ta Bakü'de Azeri Ulusal Meclisinde yaptığı konuşmada Ermenistan Karabağ'dan çekilmediği sürece sınırların açılmayacağının “garantisini” verdi.
Eylül ayının sonunda ise Amerika'da Hillary Clinton her iki ülkenin dışişleri bakanına “muhalefeti umursamayın, yolunuza devam edin” mesajı verdi. Bu mesaj ABD'nin bu süreçteki rolüne işaret olarak yorumlanabilir.
Açılımın Nedenleri ve İç Yüzü
Dünya kapitalizminin bunalımı ile birlikte kapitalistlerin arasındaki sömürü ve pazar alanı bulma rekabeti ve ellerindekini koruma kavgası gittikçe şiddetleniyor. Emperyalizm, savaş ve diplomatik yollar ile istediğini yaptırabilme telaşındayken müttefiklerini de bu alanlarda güçlendirmeye çalışıyor. Türkiye de Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'nun arasında son derece kritik bir noktada yer alıyor. Irak'ta direnişin belinin bir türlü kırılamadığı, İran'la bir savaşın olası olduğu, Gürcistan'daki “turuncu devrim”in suya düştüğü, Bakü-Ceyhan boru hattının güvenliğinin Rusya'nın müdahalesiyle tehlikeye girdiği, Avrupa'nın petrol ve doğalgaz ihtiyacının Türkiye üzerinden karşılanacağı, Pakistan ve Afganistan'da da Taliban'ın gittikçe güç kazandığı bir durumda ABD ve AB ülkelerinin “sorunlarını aşmış, güçlü bir müttefik durumuna gelmiş” bir Türkiye istemekten başka şansları bulunmuyor.
Son dönemlerdeki Ermenistan açılımı, Kürt açılımı, Alevi açılımı, 1 Mayıs açılımı ve benzeri açılımlar bu durumun bir ifadesi olarak görülebilir. Bu açılımlar esasında var olan sorunları çözmemekte, sadece Türkiye'nin kendisine biçtiği-biçilen rolüne hazırlığı olmaktadır. Ermenistan'la diplomatik ilişkilere girilmesi de benzer bir açılımdır.
Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı Rusya-Gürcistan savaşı nedeniyle artık güvenli görünmüyor. Bu durumda geriye kalan tek alternatif boru hattının Ermenistan'dan geçmesidir. Bunun için de Türkiye ve Azerbaycan'ın Ermenistan'la ilişkilerini düzeltmesi gerekiyor. Azerbaycan hükümeti her ne kadar kendi isteklerinden taviz vermeyecekmiş gibi görünse de esasında sorunun farklı bir yoldan çözümü için de hazır durumda.
Azerbaycan yönetiminin tepkilerinin sürmesi bekleniyordu. Ancak 7 Mayıs'ta Prag’ta düzenlenen AGİT bünyesindeki Minsk Grubu zirvesi sırasında ABD, Rus ve Fransız temsilcilerinin de eşlik ettiği Aliyev-Sarkisyan görüşmesinde “sürpriz” sayılacak bir sonuç ortaya çıktı. Görüşmeye katılan ABD’li diplomat Matthew Bryza üç saatlik görüşmenin sonunda “Karabağ sorununun çözüm yöntemleri konusunda mutabakat sağlandı” açıklaması yaptı.[1]
Yine de bunun pek kolay olmayacağını söyleyebiliriz. Bern'deki krizinin başlıca nedeni Türkiye'nin Karabağ sorununun çözülmesini ön koşul olarak ileri sürmesi ve Ermenistan'ın bunu reddetmesiydi. Tayyip Erdoğan da ertesi gün yaptığı açıklamada Karabağ sorunu çözülmedikçe sınırların açılmayacağını belirtti. Kısacası Türkiye hem Azerbaycan'ı kaybetmemeye hem de Ermenistan'ı kazanmaya çalışıyor. Bunun çözümü yukarıda yaptığımız alıntıda gösterdiğimiz gibi imkansız değil ama çok sayıda krize gebe bir süreç.
Bu nedenlere Türkiye'nin bölgede hızla gelişen ve yayılmacı emelleri olan bir alt-emperyalist güç oluşunu ve Ermenistan'a dair planlarını da ekleyebiliriz. Türkiye bu yakınlaşmayla birlikte Ermenistan'ı kendi arka bahçesi haline getirmeye çalışırken oradaki pazar ve ucuz iş gücü imkanlarından da faydalanmaya çalışıyor. Yani milliyetçilerin “ulusal çıkarlara aykırı” argümanları aslında gerçeği yansıtmıyor. Gerçekte ulusal çıkar büyük burjuvazinin çıkarı olmakla birlikte AKP hükümeti bu çıkarları en iyi şekilde koruyor ve ona uygun bir politika izliyor.
Esasında Türkiye, “Ermeni sorunu”nu çözmüyor, sadece Ermenistan'la diplomatik ilişkiler geliştiriyor. Ne Türkiye'deki Ermenilere uygulanan baskılar ortadan kaldırılıyor, ne de geçmişte uygulanmış her türlü baskının, şiddetin, ayrımcılığın ve soykırımın hesabı veriliyor. Ermeni burjuvaların da masum olduğunu söylemeyiz. Ermeni işçisinin içinde bulunduğu sefaletten dolayı biriken öfkesini kitlesel bir sınıf hareketinin olmadığı koşullarda Türk ve Azeri düşmanlığına kanalize eden Ermeni burjuvazisi bu yolla işçi sınıfı üzerindeki sömürüsünü gizlemişti.
Bugüne kadar birbirine düşman durumunda olan egemen sınıflar boru hatlarının güvenliği ve daha fazla artı değer için kardeşlik nutukları atıyorlar. Ataları Ermeni halkının katlinden sorumlu Türk burjuvazisi şimdi “biz dostuz” diyebilirken, bugüne kadar kendince Türkiye'ye taviz vermemiş, hatta ondan toprak koparma rüyası bile görmüş Ermeni burjuvazisi ise onunla anlaşmaya hazır olduğunu söylemiş, hatta soykırım tartışmalarında asla geri adım atmamış olmasına rağmen bugün ortak tarih komisyonu kurulması fikrini kabul ederek taviz vermiştir. Her iki taraf için de söylenecek bir şey varsa “o da parayla imanın kimde olduğunun belli olmadığı” önermesini doğruladıklarıdır.
Kısacası Türkiye ile Ermenistan arasında başlayan diplomatik ilişkiler sadece emperyalizmin iki müttefikinin birbiriyle barışması ve kapitalizmin çıkarlarını korumak için değil de nedir? Uzun yıllardır iki halk arasında atılmış düşmanlık tohumları yok edilmiyor, yapılanların hesabı verilmiyor. Her iki ülkenin hükümeti de bir yandan kardeşlik nutukları atarken bir yandan da kendi ülkelerindeki muhalefete “korkmayın uyanık olacağız, onlara taviz vermeden bu işi halledeceğiz” diyebiliyorlar.
AKP hükümeti Ermenilerle barışmaktan bahsediyor ama bugüne kadar bu devletin yaptıklarının hesabını vermiyor, Türkiye'deki Ermeniler'in yaşadıkları ayrımcılık hakkında hiçbir şey yapmıyor, Hrant Dink suikastının arkasındaki güçler açığa çıkarılmıyor.
İşçi Sınıfının Çözümü Ne Olmalıdır?
Biz Marksistler, iki halk arasındaki -burjuvazi tarafından tohumları atılan ve bugün de sürdürülen- düşmanlığın ortadan kalkması için elimizden geleni yaptığımız gibi burjuva çözümlere de asla destek vermeyiz, ki gerçekte iki ulusun emekçi sınıfları arasında hiçbir düşmanlık bulunmuyor, bunun bir kökeni de yok, yalnızca egemen sınıflar kendi çıkarları uğruna şovenizmi körüklüyorlar.
Büyük felaket diye adlandırılan soykırımdan ne Türk halkı ne de Ermeni halkı hiçbir şekilde hiçbir bahaneyle sorumlu tutulamaz. Bugün Türk burjuvazisinin işlediği suçların hesabını Ermeni burjuvazisinin soramayacağı ortaya çıkmıştır. Aksine onun da hesap vermesi gerekir. Hesap soracak olan ve iki ülkenin işçilerinin birliğini sağlayacak olan yine işçi sınıfından başka hiçbir sınıf olamaz. Sınır kapılarının açılmasını istemek, hesap verilmesini istemek, her türlü ırkçı-milliyetçi yapının tasfiyesini talep etmek, ayrımcılıklara son vermek her ne kadar bir geçiş talebi olarak savunulabilecekse de bunların kapitalizmin varlığı altında gerçekleşmesini beklemek hayalcilikten başka bir şey değil.
Marksistler Türk burjuvazisinin soykırımı kabul etmesini değil, bütün dünya burjuvazisi ve onun köhnemiş düzeni ile birlikte tasfiye edilmesini savunurlar. Egemen sınıflar sadece proletaryanın diktatörlüğü altında sanık sandalyesine oturtulabilirler.
Yalnızca Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır kapılarının açılmasını değil, sınırların ortadan kalkmasını, bölgenin iki devlet arasında barışçıl bir şekilde yönetilmesini değil her iki burjuva devletin de ortadan kaldırılmasını savunurlar.
Türk, Kürt, Ermeni, Azeri, Rum ve diğer uluslardan işçiler, burjuvazi tarafından sürekli körüklenen şovenizme karşı bir sınıf olarak birleşerek ve sosyalist bir dünya kurarak kardeşçe yaşayabilir, düşmanlıklara son verebilir, yoksulluğun pençesinden kurtulabilir, özgürce yaşayabilirler. Bunun dışındaki her çözüm önerisi proletaryanın tarihsel çıkarlarına hiçbir fayda sağlayamayacağı gibi ona zarar verecektir. Bu nedenle dünya işçi sınıfının kendi dünya partisine sahip olması, onun arkasında örgütlenmesi gerekiyor.

Notlar:
  1. Türkiye, Ermenistan Azerbaycan – Mehmet Özgür Demir 16 Mayıs 2009
Serdar Ö.

Hiç yorum yok: