Türkiye Dünya'nın Neresinde?
Ekim ayının ilk günlerine İstanbul'da toplanan IMF ve Dünya Bankası (DB) toplantıları damgasını vurdu. 54 yıl aradan sonra ikinci kez Türkiye'de gerçekleştirilen toplantılar her yıl düzenli olarak yapılıyor. Dünya egemen sınıflarının bugüne ve geleceğe dair ekonomik değerlendirmelerinin, emekçi sınıfına yeni saldırı programlarının, ekonomik krizden çıkış yollarının ele alındığı bu toplantılardan çıkan sonuçların oldukça önemli olduğunu vurgulamak gerek.
IMF ve DB'nin kökenleri ikinci dünya savaşına kadar uzanıyor. Emperyalistler arası savaştan zaferle çıkan ABD'nin, onun aksine savaştan büyük bir yıkımla çıkan diğer ülkelerin burjuvazilerine mali destek sunmak, ABD'nin mali sermaye egemenliğini sağlamak ve kapitalist sistemin çökmesini önlemek için 1944 Bretton Woods anlaşmasının ardından oluşturduğu bu kurumlar, 1970'lerle birlikte dünyanın birçok yerinde üretimin küreselleşmesine ve onun dayattığı evrime “barışçı” olarak ayak uyduramayan ülkelere de destekte bulunmuştu. Bu kurumların ABD hegemonyasında olması, onun savaştan büyük bir zaferle çıkan ve bu “önderlik” konumunu yerine getirebilecek tek emperyalist güç olmasına dayanıyordu (ABD'nin bu iki kurum üzerindeki ağırlığı bugün de diğer emperyalist devletlere kıyasla daha fazla olsa da, altmış yıl önceki durumun aynen devam ettiğini söylemek mümkün değildir. Bugün artık dikkate alınması gereken Çin ve Hindistan gibi yükselen güçler söz konusu. Bugün IMF'nın geldiği konum oldukça farklı, eski işlevlerini yitirmeye başlayan bu kurumun ortadan kalkmamak için kendi içinde evrimi söz konusu).
1970'lere gelindiğinde üretimin küreselleşmesinin bir sonucu olarak, tasfiye edilmesi kaçınılmaz olan ulusal kalkınmacı ekonomiler, bazı ülkelerde, varolan parlamenter demokrasi eliyle tasfiye edilemeyince, dönüşüm askeri diktatörlükler eliyle yaşama geçirilmişti, “barışçı olmayan”dan kastımız bu. Bu iki önemli uluslararası finans kuruluşu da, sözü geçen ülkelerin büyük sermayelerine bu evrimi gerçekleştirmelerinde önemli destekler sundular.
O ülkelerden birisi de Türkiye idi. 1980'den bugüne Türkiye'nin geldiği konumu nasıl değerlendirmeli? Bu soru oldukça önem taşıyor, öyle ki bu iki kuruma yaklaşımı da, Türkiye egemen sınıfına yaklaşımı da belirleyen şey bu. Türkiye büyük sermayesi 80'lerden bugüne hızlı bir gelişme sergilemiş bulunuyor. Bu gelişme özellikle 2000'li yılların başından itibaren kendisini hem bölgede hem de dünyada hissettiriyor. IMF ve DB toplantılarının İstanbul'da gerçekleşmesini bir tesadüf olarak algılayanlar olabilir, aynı Obama'nın ilk uluslararası ziyaretine yaklaşımda olduğu gibi. Yine ulusalcıların anlayışı da, “Türkiye'yi boyunduruk altında tutan bu güçlerin bunu daha da geliştirmek için” İstanbul'u seçmiş olduklarıdır. Ancak gerçek hiç de bu kadar basit değildir. IMF ile bir yılı aşkın süredir yapılan görüşmelerden henüz bir sonuç çıkmaması dahi, Türkiye büyük sermayesinin geldiği konumun göstergelerinden birisidir. Yerli egemen sınıfımız, elbette IMF'nin programından çok da farklı bir program izliyor değil, aksine açıklanan orta vadeli program IMF programının neredeyse aynısı. Türkiye burjuvazisi kendi oluşturduğu programıyla yalnızca IMF'nin dayatmalarıyla bu programların hayata geçirildiğini sanan anti-kapitalist olmayan “anti-emperyalist”lere de bir yanıt vermiştir umarız.
Bunu daha da açmak gerekirse; bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olan Türkiye, Ortadoğu'nun en güçlü devleti olarak ifade edilebilir. İran ya da İsrail'in daha güçlü olduğunu iddia edenler olacaktır, ancak hangisi tüm bölge ülkeleriyle böylesine “dostane” ilişkiler geliştirebilmekte ya da hangisi bölgenin birçok ülkesine “abilik” yababilecek konumda bulunmaktadır? Her ikisi de değil. Türkiye bugün, 15 yıl önceki Türkiye değildir, bölgede önemli bir hegemonyaya sahip, oldukça büyük ekonomik, siyasi ve askeri ağırlığı bulunan ve kesinlike sözü geçen bir ülkedir, İsrail'le son yaşanan gelişmeler buna açık bir örnek. Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi, Türkiye ne yarı-sömürge, ne de bağımsız olmayan bir ülkedir, aksine o, artık bölgesinde alt-emperyalist bir konuma yükselmiş, Kafkasya'dan, Ortadoğu'ya yayılmacı emelleri olan bir ülkedir. Bu yıl gerçekleştirilen ve uluslararası burjuvazi için stratejik bir öneme sahip enerji hatları anlaşmalarının da temelini oluşturan şey, bu hatların Türkiye üzerinden geçiyor oluşudur, yine bu da Türkiye egemen sınıfının konumunu daha güçlendiren bir diğer gelişme.
IMF, DB Karşıtı Gösteriler
Kapitalistlerin içinden geçtiğimiz 'dünya ekonomik krizine bir çözüm bulma' gündemli gerçekleştirilen toplantılardan birisi olarak İstanbul toplantılarına karşı gelişen gösterilerde öne çıkan yaklaşımın, yukarıda ifade ettiğimiz durumu dışladığı görülecektir. Aynı diğer kapitalist ülkeler gibi, Türkiye'nin de bu örgütlerin bir bileşeni olduğu, kapitalist dünya ekonomisini ve egemen sınıfların geleceğini ve artı-değerini güvence altına almanın tartışıldığı bu toplantılarda Türkiye büyük sermayesinin de önemli bir konumunun olduğu dışlanıyor. Türkiye işçi sınıfının esaretinin asıl nedeninin Türkiye büyük sermayesi olduğu söylenmesi gerekirken, bu gerçek gözlerden gizleniyor ve anti-kapitalist olmayan bir anti-emperyalizm öne çıkırılıyor. “Tek sorumlu IMF ve DB ya da ABD!” Gösterilere de damgasını bu yaklaşımın sonucunda ortaya çıkan sloganlar vurmuştur: “IMF defol” ve “bağımsızlık”. Kapitalist toplumda bağımsızlığın hala ne anlama geldiğini (kendi burjuva ulus-devletine sahip olmak) bilmeyen ulusalcı sol, sınıf temelinden yoksunluğunu bir kez daha vurgulayan “IMF defol” sloganıyla bütünlüğü sağlamaktadır. IMF'nin olmadığı onlarca ülkede işçi sınıfı kurtuldu mu yoksa? Elbette hayır! Bizler bu ulusalcı yaklaşıma kesinlikle karşı çıkıyoruz ve bunun yalnızca Türkiye burjuvazisine hizmet edeceğini tarihteki örneklerinden onlarca defa biliyoruz. Komünist Manifesto'dan bugüne Marksistlerin programının temel taşlarından biri olarak, “işçilerin vatanı-yurdu olmadığı” gerçeği, “sermayenin de yurtsuzluğu” gerçeğiyle birleştirilmediğinde ulusalcılığa saplanmak ve içerideki ezen sınıfı desteklemek kaçınılmazlaşır. Emperyalistlerle birlikte kendi burjuvazisini hedef almayan hareketler devrimci işçi sınıfına değil, milliyetçi küçük burjuvaziye aittir.
Dolayısıyla, Türkiye işçi sınıfının ve gençliğinin toplumsal ve ekonomik yıkımın sorumlusu başta Türkiye burjuvazisi olmak üzere kapitalist üretim biçimidir. Bu gerçek akıldan çıkarıldığında düşman arayışının bir sonucu olarak akla ilk gelen güç ABD ve onun “uşağı” olarak ifade edilen AKP oluyor. Ancak AKP ne işe yarar ve neden iktidardadır? Türkiye büyük sermayesinin ve küresel sermayenin stratejik yönelişini ve programını bugün AKP'den daha iyi uygulayabilecek bir parti olmadığı için! Kimileri CHP'nin asla AKP gibi olmayacağını sanıyor, lütfen yapmayın, CHP'nin programı ile AKP'nin programını açıp okuyan bir insan, CHP'nin sadece muhalefet olmak için muhalefet ettiğini bilir, çünkü ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Sorun iktidarda hangi burjuva partisinin olduğu değil, bizzat burjuva sistemidir. DSP-MHP-ANAP koalisyonunu hatırlayanlar, yani sözde “sol” bir burjuva partisi ile faşist MHP'nin ittifakını hatırlayanlar durumun böyle olduğunun farkında olmalı. DSP, IMF politikalarına yoksa karşı mı çıkıyordu, ya da CHP karşı mı çıkacaktır, hayal kurmayı bırakalım.
Protestolara dönecek olursak, ekimin ilk günlerinden itibaren gerçekleştirilen protestoların en yoğun olduğu günler 6 ve 7 ekimdi. Polis terörünün her zaman olduğu gibi ayyuka çıktığı o günlerde burjuva basında ortaya atılan bir yalana da yanıt vermek gerekiyor. Şöyle diyorlardı: “Kimi vatandaşlar göstericilere saldırdı.” O “vatandaşlar” ceplerinde sopayla dolaşıyor olacaklar ki, ara sokaklarda kurdukları pusularda sopa arama derdine girmeden eylemcilere saldırabildiler! Gerçekte ise onlar, eylemlerden çok önce örgütlenmiş ve belirli noktalara yerleştirimiş burjuvazinin silahşörlerinden başkası değillerdi. Başta polis olmak üzere bu provakatörlerin basın tarafından meşrulaştırılmasına şaşmamak gerekiyor, hepsi aynı sınıfta birleşiyor.
Bankalara ve kimi dükkanlara saldırılmasına gelince... Bu eylemliliğin birikmiş bir öfkenin yanlış yerlere kanalize edilmesi olduğu ortada, elbette bu eylemi gerçekleştirenler de dünyaya egemen olan banka tekellerinin birkaç şubesine saldırarak onları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığının bilincindedirler -ya da öyle umuyoruz-. Bizler özellikle vurgulanması gereken şeyin, bu birikmiş haklı öfkeyi doğru kanallara akıtmayı başarabilmek olduğunu düşünüyoruz, yolumuzun işçi sınıfının yolu olduğunu söylerken de bunu vurguluyoruz. İşçi sınıfını gelecek toplumu kuracak güç yapan şey, onun dünyayı üretiyor olması; yani üretimden gelen gücü olduğuna göre, ve onun kitlesel ayağa kalkışı ile üretimi durduruşu karşısında hiçbir güç duramayacağına göre elbette yüzümüzü işçi sınıfına dönüyoruz; bu çabanın uzun erimli, oldukça emek gerektiren ve sabırlı bir süreç olduğunun bilinciyle. Aksi çabalar kapitalist egemenliği sarsmak bir yana, onun basın ve medya araçlarıyla uygulayacağı propaganda sonucu insanlarda sol ve sosyalist düşünceye karşı bir anti-pati oluşmasına yol açacaktır. Buradan yazımızın sonuna, IMF başkanının açıklamalarına geçelim.
“Hala sosyalistim”
IMF Başkanı Strauss-Kahn bir soru üzerine verdiği yanıttı bu “hala sosyalistim” ifadesi. Ve yine kendisi asıl sorunun kapitalizm olmadığını, ondaki kimi açıklar olduğunu ifade etti. Onun sosyalist olduğunu düşünmesine bir diyeceğimiz yok elbette, ancak biz insanları “ne söylediklerine göre değil, ne olduklarına bakarak” değerlendirmekten yanayız, böyle yapınca karşımızda önemli bir burjuva sosyalisti buluyoruz. Toplantıların son günlerine doğru önemli açıklamalarda da bulundu Kahn, şimdi onlara bakalım, çünkü egemen sınıfların bu değerli temsilcisinin açıklamaları, onların geleceğe dair kaygılarını oldukça net ifade ediyor.
Geçtiğimiz aylarda, aynı 1929 buhranından sonra yapılan ideolojik propagandanın bir benzerine şahit olmuştuk, “kriz bitti, toparlanma başladı.”(!) Bu masalın 30'larda Nazizm'in iktidara gelişi, İspanya iç savaşı ve ardından II. Dünya savaşı ile tarihin çöplüğüne gittiğini biliyoruz. Peki bugün bizi ne bekliyor? Son günlerde başta ABD olmak üzere, dünyanın birçok yerinden gelen ekonomik veriler bu “iyimser” dalgayı tuz buz etmiş bulunuyor. Kahn'ın konuşmasına da bu damgasını vurdu, ama bu alımlı “sosyalist” iyimserliği de elden bırakmama gayretinde şöyle diyor: “Ama bugün dünyamız bambaşka bir noktada. Görüyoruz ki, aslında uçurumunun kenarından döndük. Yine de hepimiz biliyoruz ki, zaferi ilan etmek için henüz çok erken.” Burada temkinli ve iyimser ifadeler görüyoruz. Kapitalizmi rayına oturtmak için önemli adımlar atılması gerektiğini sık sık vurguluyor Kahn, çünkü tehlike sanıldığından büyük, krizle birlikte 90 milyon insan “ağır yoksulluk”la karşı karşıya kalacak (ağır yoksulluk terimi bilerek seçilmiş olacak, çünkü bugün en azından 1.5 milyar insan yoksulluk sınırının altında yaşamakta, “kapitalizm değil, kapitalizmdeki kimi açıklar”!), Kahn 2010'da da işsizliğin hızla artacağını, toplumsal huzursuzluklara karşı önlem alınması gerektiğini, bizleri savaşların (iç savaşların) beklediğini de vurgulamayı ihmal etmedi.
Sosyalistimiz gerçekten açık sözlü, ama tek bir noktada kafası karışık, o da 'sorun kapitalizmde mi acaba?' sorusu. Buna doğru yanıt verse belki de IMF'yi dünya devriminin örgütüne dönüştürür kim bilir? Şaka bir yana, IMF ve DB toplantıları şu gerçeği bir kez daha su yüzüne çıkarmış bulunuyor, kapitalizmin krizi tüm ağırlığıyla sürüyor ve sertleşerek sürecek. Geçtiğimiz aylarda birçok devletin müdahaleleri sonucu “iyileşme” yönünde göstergeler gelmiş olması, krizden çıkıldığı anlamına gelmiyor. Bu müdahaleler ölüm döşeğindeki hastaya yapılan son müdahalelerle birkaç günlüğüne daha “iyi” olmasını sağlamaya benziyor. Kriz emperyalistler arası çelişkileri tarihte hiç olmadığı kadar keskinleştirirken, '29 buharınından daha ağır bir krizden söz edilirken, dünyanın birçok yerinde savaşlar sürerken, burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişki hızla derinleşirken “toparlanmanın” kırılmalar, büyük altüst oluşlar yaşanmadan olacağını beklemek safdillik olur.
Kıyamet senfonisi çalmak bizlerin işi değil elbette, yaptığımız yalnızca geçmişe ve bugüne bakarak geleceği analiz etmeye çalışmak, böyle olunca bizleri daha kötü yaşam koşulları, işsizlik, yoksulluk, kitlesel açlık, totaliter burjuva diktatörlükleri ve son olarak emperyalist savaşların beklediğini söylemek kehanet olmaktan çıkıyor. Peki bizler, kapitalizmin krizinden hiçbir sorumluluğu olmayan ama tüm yükünü sırtlayan dünya işçi sınıfı ve gençlik bu geleceğe hazır mıyız? Karşı taraftakilerin hazırlıklı olduğu şüphesiz, dünyayı bir örümcek ağı gibi saran politik, ideolojik ve askeri kurumlarıyla burjuvazi yeni yıkımlara hazırdır. Ancak bu yeni yıkımlarda cepheye sürülecek olan bizler, bunu durdurmaya ve onlarla birlikte sistemelerini tarihin çöplüğüne göndermeye hazır mıyız? Bugün değiliz; yarın olmazsak yine yenileceğiz.
Güneş Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder