12 Eylül rejiminin bir kalıntısı olan Yüksek Öğretim
Kurumu (YÖK), askeri diktatörlüğün üniversiteleri/ üniversite öğrencilerini
disipline etmek ve yüksek öğretimi serbest piyasa ekonomisine dahil etmek için
oluşturduğu bir kurumdur. YÖK, siyasi iktidarda yaşanan değişikliklere ve
ekonominin ihtiyaçlarına paralel olarak zaman içinde bir değişim yaşamakla
birlikte, öz olarak kurulduğu andan itibaren bu işlevlerini
sürdürmektedir. Bununla birlikte,
özellikle 28 Şubat sonrasında ve AKP iktidarının ilk yıllarında YÖK üzerinden
yaşanan iktidar mücadelesi, bu kurumun sadece öğrenciler üzerinde bir baskı
aygıtı olmadığını; burjuvazi için kapitalist sistemin ekonomik ve ideolojik
yeniden üretimi açısından vazgeçilmezliğini gözler önüne sermiştir.
YÖK’ün kuruluşu
Gerek ülkenin 1960’ların sonlarından başlayarak içine
girdiği ekonomik ve siyasi krizi aşmak gerekse 1977’de doruk noktasına ulaşmış
olan işçi sınıfı ve devrimci hareketin yükselişini önlemek görevi, burjuvazinin
en büyük iki partisi CHP ve AP tarafından yerine getirilememişti. Bu durum,
Türkiye’yi yeni bir askeri müdahaleyle karşı karşıya getirdi.
Türkiye burjuvazisinin 12 Mart döneminden çıkardığı
başlıca derslerden biri, genel olarak devrimci hareketi ve onun beslendiği en
önemli kaynak olan gençlik hareketini ezmenin ve işçi sınıfına geri adım
attırmanın yolunun daha fazla fiziksel ve ideolojik baskıdan geçtiğiydi.
Gençlik hareketi, 12 Mart müdahalesinin ardından kısa süre içinde toparlanıp
daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştı. Buna karşın, 12 Eylül askeri
diktatörlüğü sonrasında böyle bir toparlanma yaşanmadı. Bunun en önemli nedenlerinden
biri, tekelci burjuvazinin işçi sınıfına ve gençliğe yönelik çok yönlü ve
kapsamlı saldırısıdır.
Öğrencilerin toplumsal yaşamdan kopartılması yönünde
düzenlemelerin ve idari-siyasi baskıların üniversitelerdeki uygulayıcısı YÖK
oldu. Devlet, özellikle 1960’lardan sonra kitleselleşen öğrenci hareketiyle
birlikte, üniversiteler üzerindeki denetimini yitirmekte olduğunu fark etmişti.
Devletin kapitalist ideolojiyi yeni kuşağa aktardığı; sistemin devamı ve
gelişmesi için ona gerekli olan kalifiye elemanları yetiştirdiği
üniversitelerdeki denetimi elinde tutması yaşamsal öneme sahipti. Devlet,
1970’li yıllarda elinden kaçırmış olduğu bu denetimi, 1980 darbesinden sonra,
YÖK ile kurumsallaştırdı.
YÖK, devletin üniversiteler üzerindeki doğrudan
egemenliğini sağlayacak merkezi bir yönetim arayışının ürünü oldu. YÖK’ün
kontrolü altında, öğrencilerin her türlü sistem karşıtı hareketinin eritilmesi
amacıyla, ilk elde öğrenci dernekleri kapatıldı. YÖK’ün uygulamalarına karşı
çıkan binlerce öğrenci okuldan atıldı, üniversitelerde kalanların ise öğrenci
kitlesi ile bağları zayıflatıldı ve öğrenciler üzerinde bir kışla disiplini
kuruldu. Sol ve sosyalist dünya görüşünün öğrenciler üzerindeki etkisi,
Atatürkçülük kılıfı altında sunulan “Türk-İslam Sentezi” eliyle geriletilmeye
çalışıldı. Kısacası tüm bu uygulamalarla hedeflenen, 80 öncesinden tamamen
farklı bir öğrenci kitlesi yaratmak, sinmeyen öğrenciler üzerinde de
soruşturma, uzaklaştırma, tutuklamalarla baskı kurmaktı.
YÖK bu amacını gerçekleştirmek için sadece öğrenciler
üzerinde değil öğretim elemanları üzerinde de yoğun baskı kurdu. Bu amaçla,
1402 sayılı sıkıyönetim yasasına dayanılarak, yüzlerce öğretim elemanı yüksek
öğretim kurumlarından uzaklaştırıldı, kalanlar da istifaya zorlandı. Böylece
saf dışı bırakılan muhalif öğretim elemanlarının yerine üniversitelerde
politikaya ilgisiz ya da Türk-İslam Sentezci, askeri diktatörlüğün
politikalarıyla uyumlu bir öğretim elemanı kadrosu yaratıldı.
YÖK’ün kuruluşunun ikinci bir amacı daha vardı:
Yeni-liberal politikaların bir parçası olarak üniversite eğitiminin serbest
piyasa içinde alınıp satılan bir meta haline getirilmesi ve
araştırma-geliştirme faaliyetlerinin sermayenin talepleri doğrultusunda
yürütülmesi. Daha önce devletin tekelinde olan alanlar özelleştirmeler yoluyla
piyasa sürecine dahil edilirken, eğitim kurumları da kamusal kaynakların
kıtlığı, devlet okullarındaki eğitimin kalitesiz olduğu, yüksek eğitimin özel
faydasının toplumsal faydadan daha fazla olduğu (yarı-kamusal hizmet tanımı),
eğitimin de diğer hizmetler gibi piyasanın gereklerine uyarlanması gerektiği
vb. argümanlarla özelleştirilmeye başlandı.
Küreselleşen dünya ekonomisiyle bütünleşmek için gerekli
teknolojik gelişmelerin ana kaynağı olan üniversitelerin araştırma
çalışmalarının tamamen sermayenin talepleri doğrultusunda yürütülmesi
gerekiyordu. Bu, üniversitelerin içine girdiği yeni dönemin manifestosu olan
1994 TÜSİAD Raporu’nda “girişimci üniversite modeli” olarak ifade edilmişti. Bu
model üniversitelerin kapitalist şirketlerle çok daha dolaysız bir şekilde
bütünleşmesini öngörüyordu. Kısacası, YÖK’ün kurulmasının altında yatan amaç;
üniversitelerin serbest piyasa sistemiyle bütünleşmesi ve hiçbir şeye tepki
göstermeyen, apolitik bir öğrenci kitlesinin yaratılmasıydı.
İktidar mücadelesinin aracı olarak YÖK
90’lı yıllarda kurulan koalisyon hükümetleri, tekelci
burjuvazinin küresel sermaye ile bütünleşme projesini uygulamakta yetersiz
kalmış; ülke ekonomisi, kısır siyasi tartışmalar eşliğinde ciddi bir krize
girmişti. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin oluşturduğu “Refah-Yol”
hükümeti, 8 Temmuz 1996'da Meclis'te güvenoyu aldı. Bu hükümetin kimi popülist
uygulamaları ve RP yetkililerinin İslamcı açıklamaları gerek Genelkurmay’da
gerekse egemen sınıf içinde rahatsızlık yaratıyordu. Bu ortamda, 28 Şubat
1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı dokuz saat sürdü. MGK,
"laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu" sert
bir şekilde vurguladı.
Türkiye tarihinde daha önce gerçekleşen tüm darbe,
müdahale ve muhtıralarda olduğu gibi 28 Şubat 1997 sürecinde de tekelci
burjuvazinin programı uygulamaya kondu. Bu programın en önemli
uygulayıcılarından biri YÖK’tü. O dönemde Kemal Gürüz’ün başkanlığında olan
kurum, bir anda, siyasi iktidar mücadelesinin merkezine yerleşti.
YÖK, AKP hükümetinin ilk yıllarında, 28 Şubat
programındaki rolünü oynamaya devam ediyor; AKP hükümeti de YÖK’e karşı
ihtiyatlı davranıyordu. AKP hükümeti 2003 yılında “idari ve akademik özerklik”
gerekçeleriyle YÖK yasasının yerini alacak Yüksek Eğitim Kurumu (YEK) yasa
tasarısını hazırlamış ancak bunu yasalaştıramamıştı. AKP, 2004 yılında, YÖK’ün
yetkilerini Milli Eğitim Bakanlığı’na devrederek bu kurumu işlevsizleştirmeye
çalıştı. Bir yıl önce özerklikten bahseden AKP, üniversiteye giriş sürecinde
katsayı hesaplamalarını doğrudan kendisi belirlemeye başlamıştı. 2003 yılında
Kemal Gürüz’ün yerine YÖK’ün başkanlığına getirilen Erdoğan Teziç, AKP’nin bu
politikasına karşı muhalefeti sürdürdü. Yıllardır öğrenciler üzerinde kışla
disiplini uygulamış olan YÖK, AKP’nin müdahaleleri karşısında, özerkliği
savunmaya başlamıştı.
Bu yıllarda AKP'nin eğitim alanındaki politikalarına
baktığımızda, gerçekte YÖK'ün uyguladığı politikaları hiç şaşmadan devam
ettirdiği görülecektir. AKP hükümeti YÖK'ün öğrenciler ve eğitim sistemi
üzerindeki baskısını ortadan kaldırıp eğitim kurumlarının demokratikleşmesi
yönünde adımlar atmıyor; tam tersine, YÖK'ün görev ve yetkilerini kendi elinde
toplamak istiyordu.
AKP ile YÖK arasındaki hegemonya mücadelesi, 2007 yılında
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte AKP lehine sonuçlandı.
YÖK’ün AKP’nin denetimine girdiği bu yıllar sadece bu kurum üzerinde değil;
AKP’nin ordu dahil birçok devlet kurumunda kontrolü ele geçirdiği bir döneme
denk düşmektedir. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi öncesinde “Cumhuriyet
mitingleri” ile ulusalcı-statükocu kanat son kozunu oynamış ve AKP karşısında
yenilgiye uğramıştı. Cumhurbaşkanlığı makamı, hem üniversite rektörlerini hem
de YÖK başkanını atama yetkisiyle, yüksek öğretim üzerinde belirleyiciydi.
Abdullah Gül, Erdoğan Teziç'in görev süresinin sona ermesinin ardından, Aralık
2007 tarihinde, hükümet yanlısı Yusuf Ziya Özcan’ı YÖK Başkanlığına atadı.
Kurulduğu günlerde YÖK tartışmasına ilgisiz kalan,
bilimsel özerkliği ve özgürlüğü pek fazla önemsemeyen AKP, ibre kendisine
döndüğünde YÖK‘ün yeminli düşmanı haline gelmişti. AKP’li kadrolar, türban
yasağına karşı, “bireysel özgürlüklerimiz elimizden alınıyor” diye dava üstüne
dava açıyor; konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘ne kadar taşıyorlardı.
Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül‘ün eşi Hayrünnisa Gül de bu davacılar
arasındaydı.
YÖK başkanlığına, Yusuf Ziya Özcan’ın ardından yine AKP’ye
yakınlığıyla bilinen Gökhan Çetinsaya’nın atanmasıyla birlikte “YÖK’te reform”
sesleri de tekrar yükselmeye başladı. Çetinsaya yönetimi üniversitelerin
ticarileşmesi ve Bologna süreci kapsamında bir dizi kararın kararlılıkla
sürdürüleceğini ifade ederken, TÜSİAD-YÖK görüşmesiyle güven tazelendi. Yine,
yakın dönemde değiştirilen YÖK yönetmeliği, YÖK’ün demokratikleştirildiği
yalanı üzerinden burjuva basına servis edildi. Fakat yeni YÖK yönetmeliği de
“afiş veya pankart asmak, basın açıklaması gerçekleştirmek” gibi en temel
demokratik hakları ceza kapsamına alıyor.
Tüm demokratikleşme yalanlarına karşın, son çıkan
yönetmeliklerin açık baskıcı yanları, devrimci ve Kürt öğrenciler üzerinde
artan baskılar ve yüksek öğretimin metalaşmasına dönük uygulamalar, YÖK’ün 12
Eylül’le başlayan işlevlerinin AKP egemenliği altında da devam ettirildiğini
gösteriyor. YÖK, hangi parti iktidarda olursa olsun, yönetici seçkinler için,
bir yandan üniversite gençliğini devlet denetimi altında uluslararası sermayeye
pazarlamanın, onları el altında tutmanın ve milliyetçi ya da dinci gerici
burjuva ideolojilerle zehirlemenin; öte yandan da sermayeye yüksek kâr
sağlamanın bir aracı olmaya devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder