3 Kasım 2012 Cumartesi

Türkiye’de Yüksek Öğretim ve YÖK

12 Eylül rejiminin bir kalıntısı olan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), askeri diktatörlüğün üniversiteleri/ üniversite öğrencilerini disipline etmek ve yüksek öğretimi serbest piyasa ekonomisine dahil etmek için oluşturduğu bir kurumdur. YÖK, siyasi iktidarda yaşanan değişikliklere ve ekonominin ihtiyaçlarına paralel olarak zaman içinde bir değişim yaşamakla birlikte, öz olarak kurulduğu andan itibaren bu işlevlerini sürdürmektedir.  Bununla birlikte, özellikle 28 Şubat sonrasında ve AKP iktidarının ilk yıllarında YÖK üzerinden yaşanan iktidar mücadelesi, bu kurumun sadece öğrenciler üzerinde bir baskı aygıtı olmadığını; burjuvazi için kapitalist sistemin ekonomik ve ideolojik yeniden üretimi açısından vazgeçilmezliğini gözler önüne sermiştir.
YÖK’ün kuruluşu
Gerek ülkenin 1960’ların sonlarından başlayarak içine girdiği ekonomik ve siyasi krizi aşmak gerekse 1977’de doruk noktasına ulaşmış olan işçi sınıfı ve devrimci hareketin yükselişini önlemek görevi, burjuvazinin en büyük iki partisi CHP ve AP tarafından yerine getirilememişti. Bu durum, Türkiye’yi yeni bir askeri müdahaleyle karşı karşıya getirdi.
Türkiye burjuvazisinin 12 Mart döneminden çıkardığı başlıca derslerden biri, genel olarak devrimci hareketi ve onun beslendiği en önemli kaynak olan gençlik hareketini ezmenin ve işçi sınıfına geri adım attırmanın yolunun daha fazla fiziksel ve ideolojik baskıdan geçtiğiydi. Gençlik hareketi, 12 Mart müdahalesinin ardından kısa süre içinde toparlanıp daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştı. Buna karşın, 12 Eylül askeri diktatörlüğü sonrasında böyle bir toparlanma yaşanmadı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, tekelci burjuvazinin işçi sınıfına ve gençliğe yönelik çok yönlü ve kapsamlı saldırısıdır.
Öğrencilerin toplumsal yaşamdan kopartılması yönünde düzenlemelerin ve idari-siyasi baskıların üniversitelerdeki uygulayıcısı YÖK oldu. Devlet, özellikle 1960’lardan sonra kitleselleşen öğrenci hareketiyle birlikte, üniversiteler üzerindeki denetimini yitirmekte olduğunu fark etmişti. Devletin kapitalist ideolojiyi yeni kuşağa aktardığı; sistemin devamı ve gelişmesi için ona gerekli olan kalifiye elemanları yetiştirdiği üniversitelerdeki denetimi elinde tutması yaşamsal öneme sahipti. Devlet, 1970’li yıllarda elinden kaçırmış olduğu bu denetimi, 1980 darbesinden sonra, YÖK ile kurumsallaştırdı.
YÖK, devletin üniversiteler üzerindeki doğrudan egemenliğini sağlayacak merkezi bir yönetim arayışının ürünü oldu. YÖK’ün kontrolü altında, öğrencilerin her türlü sistem karşıtı hareketinin eritilmesi amacıyla, ilk elde öğrenci dernekleri kapatıldı. YÖK’ün uygulamalarına karşı çıkan binlerce öğrenci okuldan atıldı, üniversitelerde kalanların ise öğrenci kitlesi ile bağları zayıflatıldı ve öğrenciler üzerinde bir kışla disiplini kuruldu. Sol ve sosyalist dünya görüşünün öğrenciler üzerindeki etkisi, Atatürkçülük kılıfı altında sunulan “Türk-İslam Sentezi” eliyle geriletilmeye çalışıldı. Kısacası tüm bu uygulamalarla hedeflenen, 80 öncesinden tamamen farklı bir öğrenci kitlesi yaratmak, sinmeyen öğrenciler üzerinde de soruşturma, uzaklaştırma, tutuklamalarla baskı kurmaktı.
YÖK bu amacını gerçekleştirmek için sadece öğrenciler üzerinde değil öğretim elemanları üzerinde de yoğun baskı kurdu. Bu amaçla, 1402 sayılı sıkıyönetim yasasına dayanılarak, yüzlerce öğretim elemanı yüksek öğretim kurumlarından uzaklaştırıldı, kalanlar da istifaya zorlandı. Böylece saf dışı bırakılan muhalif öğretim elemanlarının yerine üniversitelerde politikaya ilgisiz ya da Türk-İslam Sentezci, askeri diktatörlüğün politikalarıyla uyumlu bir öğretim elemanı kadrosu yaratıldı.
YÖK’ün kuruluşunun ikinci bir amacı daha vardı: Yeni-liberal politikaların bir parçası olarak üniversite eğitiminin serbest piyasa içinde alınıp satılan bir meta haline getirilmesi ve araştırma-geliştirme faaliyetlerinin sermayenin talepleri doğrultusunda yürütülmesi. Daha önce devletin tekelinde olan alanlar özelleştirmeler yoluyla piyasa sürecine dahil edilirken, eğitim kurumları da kamusal kaynakların kıtlığı, devlet okullarındaki eğitimin kalitesiz olduğu, yüksek eğitimin özel faydasının toplumsal faydadan daha fazla olduğu (yarı-kamusal hizmet tanımı), eğitimin de diğer hizmetler gibi piyasanın gereklerine uyarlanması gerektiği vb. argümanlarla özelleştirilmeye başlandı.
Küreselleşen dünya ekonomisiyle bütünleşmek için gerekli teknolojik gelişmelerin ana kaynağı olan üniversitelerin araştırma çalışmalarının tamamen sermayenin talepleri doğrultusunda yürütülmesi gerekiyordu. Bu, üniversitelerin içine girdiği yeni dönemin manifestosu olan 1994 TÜSİAD Raporu’nda “girişimci üniversite modeli” olarak ifade edilmişti. Bu model üniversitelerin kapitalist şirketlerle çok daha dolaysız bir şekilde bütünleşmesini öngörüyordu. Kısacası, YÖK’ün kurulmasının altında yatan amaç; üniversitelerin serbest piyasa sistemiyle bütünleşmesi ve hiçbir şeye tepki göstermeyen, apolitik bir öğrenci kitlesinin yaratılmasıydı.
İktidar mücadelesinin aracı olarak YÖK
90’lı yıllarda kurulan koalisyon hükümetleri, tekelci burjuvazinin küresel sermaye ile bütünleşme projesini uygulamakta yetersiz kalmış; ülke ekonomisi, kısır siyasi tartışmalar eşliğinde ciddi bir krize girmişti. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin oluşturduğu “Refah-Yol” hükümeti, 8 Temmuz 1996'da Meclis'te güvenoyu aldı. Bu hükümetin kimi popülist uygulamaları ve RP yetkililerinin İslamcı açıklamaları gerek Genelkurmay’da gerekse egemen sınıf içinde rahatsızlık yaratıyordu. Bu ortamda, 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı dokuz saat sürdü. MGK, "laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu" sert bir şekilde vurguladı.
Türkiye tarihinde daha önce gerçekleşen tüm darbe, müdahale ve muhtıralarda olduğu gibi 28 Şubat 1997 sürecinde de tekelci burjuvazinin programı uygulamaya kondu. Bu programın en önemli uygulayıcılarından biri YÖK’tü. O dönemde Kemal Gürüz’ün başkanlığında olan kurum, bir anda, siyasi iktidar mücadelesinin merkezine yerleşti.
YÖK, AKP hükümetinin ilk yıllarında, 28 Şubat programındaki rolünü oynamaya devam ediyor; AKP hükümeti de YÖK’e karşı ihtiyatlı davranıyordu. AKP hükümeti 2003 yılında “idari ve akademik özerklik” gerekçeleriyle YÖK yasasının yerini alacak Yüksek Eğitim Kurumu (YEK) yasa tasarısını hazırlamış ancak bunu yasalaştıramamıştı. AKP, 2004 yılında, YÖK’ün yetkilerini Milli Eğitim Bakanlığı’na devrederek bu kurumu işlevsizleştirmeye çalıştı. Bir yıl önce özerklikten bahseden AKP, üniversiteye giriş sürecinde katsayı hesaplamalarını doğrudan kendisi belirlemeye başlamıştı. 2003 yılında Kemal Gürüz’ün yerine YÖK’ün başkanlığına getirilen Erdoğan Teziç, AKP’nin bu politikasına karşı muhalefeti sürdürdü. Yıllardır öğrenciler üzerinde kışla disiplini uygulamış olan YÖK, AKP’nin müdahaleleri karşısında, özerkliği savunmaya başlamıştı.
Bu yıllarda AKP'nin eğitim alanındaki politikalarına baktığımızda, gerçekte YÖK'ün uyguladığı politikaları hiç şaşmadan devam ettirdiği görülecektir. AKP hükümeti YÖK'ün öğrenciler ve eğitim sistemi üzerindeki baskısını ortadan kaldırıp eğitim kurumlarının demokratikleşmesi yönünde adımlar atmıyor; tam tersine, YÖK'ün görev ve yetkilerini kendi elinde toplamak istiyordu.
AKP ile YÖK arasındaki hegemonya mücadelesi, 2007 yılında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte AKP lehine sonuçlandı. YÖK’ün AKP’nin denetimine girdiği bu yıllar sadece bu kurum üzerinde değil; AKP’nin ordu dahil birçok devlet kurumunda kontrolü ele geçirdiği bir döneme denk düşmektedir. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi öncesinde “Cumhuriyet mitingleri” ile ulusalcı-statükocu kanat son kozunu oynamış ve AKP karşısında yenilgiye uğramıştı. Cumhurbaşkanlığı makamı, hem üniversite rektörlerini hem de YÖK başkanını atama yetkisiyle, yüksek öğretim üzerinde belirleyiciydi. Abdullah Gül, Erdoğan Teziç'in görev süresinin sona ermesinin ardından, Aralık 2007 tarihinde, hükümet yanlısı Yusuf Ziya Özcan’ı YÖK Başkanlığına atadı.
Kurulduğu günlerde YÖK tartışmasına ilgisiz kalan, bilimsel özerkliği ve özgürlüğü pek fazla önemsemeyen AKP, ibre kendisine döndüğünde YÖK‘ün yeminli düşmanı haline gelmişti. AKP’li kadrolar, türban yasağına karşı, “bireysel özgürlüklerimiz elimizden alınıyor” diye dava üstüne dava açıyor; konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘ne kadar taşıyorlardı. Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül‘ün eşi Hayrünnisa Gül de bu davacılar arasındaydı.
YÖK başkanlığına, Yusuf Ziya Özcan’ın ardından yine AKP’ye yakınlığıyla bilinen Gökhan Çetinsaya’nın atanmasıyla birlikte “YÖK’te reform” sesleri de tekrar yükselmeye başladı. Çetinsaya yönetimi üniversitelerin ticarileşmesi ve Bologna süreci kapsamında bir dizi kararın kararlılıkla sürdürüleceğini ifade ederken, TÜSİAD-YÖK görüşmesiyle güven tazelendi. Yine, yakın dönemde değiştirilen YÖK yönetmeliği, YÖK’ün demokratikleştirildiği yalanı üzerinden burjuva basına servis edildi. Fakat yeni YÖK yönetmeliği de “afiş veya pankart asmak, basın açıklaması gerçekleştirmek” gibi en temel demokratik hakları ceza kapsamına alıyor.
Tüm demokratikleşme yalanlarına karşın, son çıkan yönetmeliklerin açık baskıcı yanları, devrimci ve Kürt öğrenciler üzerinde artan baskılar ve yüksek öğretimin metalaşmasına dönük uygulamalar, YÖK’ün 12 Eylül’le başlayan işlevlerinin AKP egemenliği altında da devam ettirildiğini gösteriyor. YÖK, hangi parti iktidarda olursa olsun, yönetici seçkinler için, bir yandan üniversite gençliğini devlet denetimi altında uluslararası sermayeye pazarlamanın, onları el altında tutmanın ve milliyetçi ya da dinci gerici burjuva ideolojilerle zehirlemenin; öte yandan da sermayeye yüksek kâr sağlamanın bir aracı olmaya devam ediyor.


Hiç yorum yok: