Üniversiteler, geçmişte de
sermayenin nitelikli/beyaz yakalı işgücü ihtiyacının başlıca karşılayıcısı
işlevini yerine getiriyorlardı. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, tüm
dünyada üniversiteler işçi sınıfından gençlerin de gidebileceği şekilde
dönüştürüldü. Bunun nedeni, kapitalizmin, artık toplumun geniş kesimini
oluşturan işçi çocuklarına da ihtiyaç duymasıydı. Dönemin ulusal pazar üzerinde
yükselen ithal ikameci kalkınma modeli çerçevesinde, her bir ülkenin burjuvazisi
ağırlıklı olarak kendi ulusal pazarındaki sermaye birikimini geliştirmek ve
ihtiyaç duyduğu işgücünü buna uygun biçimde üretmek gerekliliğiyle karşı
karşıyaydı.
Bu dönem, üniversitelerin,
dolayısıyla akademik özgürlüklerin ve özerk üniversitenin altın çağıydı.
“Sosyal devlet”, ulusal ekonominin ihtiyaçları gereği üniversiteleri mali
olarak destekliyor, akademik çalışmanın önünü açıyordu (elbette bu egemen
sınıfı tehdit eden bilimsel çalışmaların farklı yollarla engellenmesini
önlemiyordu). Bu sermaye birikim modelinin 1970'lere gelindiğinde içine girdiği
kriz, kapitalist küreselleşmenin başlıca tetikleyicisi oldu. Bugün, 60'ların ve
70'lerin üniversite modelinden tamamen farklı bir modelin yaratılması, söz
konusu ekonomik modelin iflasının ve küresel kapitalizmin yükselişinin
ürünüdür. Burjuvazinin ihtiyaçları dün olduğu gibi bugün de ana etmen olma
özelliğini korurken, eğitim-öğretim sistemi, ekonomik altyapıya uygun biçimde,
büyük şirketler ve bankalar yararına dönüştürülmektedir.
Bu süreçte, önceki dönemin “sosyal
devlet”inin sorumlulukları olarak kabul edilen sağlık, barınma, ulaşım ve
eğitim gibi alanlar tüm dünyada kapitalizmin kâr ve rekabet yasasına tabi
kılındı, ticarileştirildi. Bu çerçevede, yüksek öğretim dünya çapında 300
milyar dolarlık bir pazarı ve 130 milyonu aşkın bir öğrenci kitlesini ifade
etmektedir.
Bologna Süreci
Türkiye'nin de dahil olduğu ve
1999 yılında Bologna'da düzenlenen uluslararası konferansta çerçevesi çizilen
süreç, asıl olarak Avrupa ülkelerini kapsamaktadır. Bologna Deklarasyonu ile
ilan edilen yüksek öğretimin ticarileştirilmesi hedefi, Avrupa'nın birçok
şehrinde bugüne kadar yapılan toplantılarla geliştirilmiş; öngörülen dönüşümün
ana gövdesinin kapitalist talepler üzerine kurulduğu giderek daha açık şekilde
ortaya konmuştur.
Türkiye'de AKP öncesi dönemde
başlayan bu dönüşümde başlıca rolleri, siyasi iktidarlar, YÖK, TÜSİAD ve
TÜBİTAK üstleniyor. YÖK'ün de dönüştürülmesiyle hızlanan bir süreçte, Bologna
sürecinin gereklerini yerine getirmeyen üniversiteler kadro ve mali
kısıtlamalarla dize getirilmeye çalışılmıştır. 2001 yılında YÖK başkanı Kemal
Gürüz eliyle Bologna sürecine eklemlenmeyi ifade eden Avrupa Yükseköğretim
Alanı'na dahil olundu; program, Erdoğan Teziç ve Yusuf Ziya Özcan'ın başkanlık
dönemlerinde hızla uygulandı.
Bu yeni süreçte, üniversitelerden,
Avrupa çapında tek bir programı ve ortalama bir diploma standardını hayata
geçirmeleri; kendilerini küreselleşme doğrultusunda dönüştürmeleri istendi.
Erasmus ve benzeri öğrenci değişim programları, eğitilen işgücünün küresel
standartlara uygun olmasına hizmet ederken, devlet desteğinden mahrum kalan
üniversiteler araştırmalar için dış kaynak bulmaya, buluşlar ve markalar
üretmeye, teknoparklar ve bilim parkları kurmaya yönlendirildiler. “İnovasyon”,
bu süreçteki kilit sözcüklerden birisi olarak karşımıza çıkarken, kâr ve
piyasada rekabet için bilimsel çalışmalar yapılması ve yeni teknolojilerin
geliştirilmesi gereğine vurgu yapılmaktadır. İnsanlığın ortak malı olması ve
onun çıkarları için kullanılması gereken eserlerin, buluşların ve
teknolojilerin “düşünsel mülkiyet” adı altında kapitalist tekellerce gasp
edilmesi de bu sürecin bir parçasıdır.
Türkiye'nin hızlı bir şekilde
eklemlendiği Bologna (üniversitelerin ticarileşmesi) sürecinde, üniversitelere
olan devlet desteği iyice kısıtlanmaktadır. Bundaki amaç, üniversitelere kendi
kaynaklarını yaratmasını dayatmak ve onların “mali özerklik” adı altında
kapitalist kuruluşların tam denetimi altına girmesini sağlamaktır. Üniversite
şirkete dönüştükçe, öğrenciler müşteri olarak algılanmakta; daha fazla para
kazanmak için, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı artırılırken,
araştırmalar için ayrılan kaynaklar kısılmaktadır.
Öte yandan, öğrencilerin
müşterileştirilmesi eğitimin tamamen paralı hale getirilmesini hızlandırmaktadır.
Eğitim hakkının piyasada işlem gören (alınıp satılan) bir hizmete
dönüştürülmesi, üniversiteler arasında daha fazla öğrenciye sahip olma yönünde
bir rekabeti kızıştırmakta; bilim emekçileri -deyim yerindeyse- “okul
pazarlamacısı” olmaya zorlanmaktadır. Bu süreç, üniversitelerin kendi
gelirlerini sağlamak üzere piyasaya iş yapmalarını yani üniversite-şirket
işbirliğini geliştirmelerini dayatıyor; oyunun kurallarına uymayan
akademisyenleri ise işsizlik bekliyor.
En ileri uygulamasını ABD'de
gördüğümüz bu uygulamayla, öğretim görevlileri, eğer işlerini korumak
istiyorlarsa şirketlere iş yapmalı ve onların çizdiği sınırları aşmamalıdırlar.
Ekonomik ve sosyal hak kayıplarının eşlik ettiği bu süreçte, bilim tamamen
sermayenin denetimine girmekte, zaten sınırlı olan akademik özgürlükler,
üniversitelerin kapitalistlerin doğrudan denetimine tabi kılınmasıyla, ortadan
kaldırılmaktadır.
Üniversiteler, genç işsiz oranının
yüzde 20'yi aştığı, üniversite mezunu işsizlik oranının da yüzde 18'lere
ulaştığı (500 bin kişinin üzerinde) bir ortamda, işsizliğin gizlenmesinde
önemli bir rol oynuyor.
Bologna düzenlemelerinde sıkça
dillendirilen “kalite” baskısıyla, kaliteli ve nitelikli bir eğitim değil,
kaliteli ve kârlı hizmet üretilmesi kastedilmektedir. Bu kalite baskısı, eğitim
emekçilerinin “performansa dayalı” sömürüsünün önünü açarken, özellikle
Türkiye'de ezberci ve niteliksiz eğitim alan gençleri “yüksek lise” niteliğini
aşmayan üniversitelerde sermayenin uysal köleleri olarak yetiştirmek anlamına
geliyor.
Hızla ticarileştirilerek Bologna
sürecine uyumlu hale getirilen üniversitelerde hâlihazırda yapılmak istenen ve
yasal altyapısı büyük ölçüde hazırlanmış olan bir diğer değişiklik de “mütevelli
heyetleri” oluşturmak. Üniversite yönetiminin demokratikleştirilmesi, yönetime
öğrencilerin de katılması, özerkliğin hayata geçirilmesi gibi sahte ideolojik
söylemlerle meşrulaştırılmaya çalışılan bu adım, gerçekte üniversitelerin
şirketlerin ve bankaların yan kuruluşlarına dönüşümü ve tam anlamıyla
şirketleşmeleri anlamına gelecektir.
Bologna kararlarının bir diğer
dayatması, “ortak diploma” uygulamasıdır. Üniversite fakülteleri Avrupa çapında
merkezi bir programa bağlanırken, örneğin mühendislik-mimarlık bölümü
öğrencilerinin ortalama bir yeterlilikte yetiştirilmeleri, böylece işgücü
piyasasının Avrupa çapında ortaklaştırılması hedefleniyor. Bu süreçte
Türkiye'de Fen-Edebiyat fakültelerinin yenilerinin açılmasına son verilmiş ve
bundan sonra fakülteye giren öğrencilerin formasyon eğitimi alarak öğretmen
olmalarının önüne geçilmiştir.
Daha teknik ağırlıklı, sermaye
piyasasının doğrudan ihtiyaçlarına yanıt veren ve artı-değer sömürüsünün
yoğunlaştırılabileceği bölümlere ağırlık verilmeye başlanması; yani bilimsel
çalışmanın yerini tamamen sermayenin doğrudan ihtiyaçlarının almaya
başlamasıyla, bütün Avrupa ülkelerinde felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi
bölümler -deyim yerindeyse- para getirmediği için kapatılmaktadır. Benzer bir
süreci Türkiye'de de yaşayacağımız kesin. Bu durum, burjuvazinin çürümesinin ve
insanlığın kültürel ilerlemesine duyduğu nefretin de bir ifadesidir.
Eğitim Fakültesi mezunlarını
bekleyen kaçınılmaz sonun dershane öğretmenliği, ücretli öğretmenlik veya
sözleşmeli öğretmenlik gibi esnek ve güvencesiz çalışma koşulları veya işsizlik
olduğu herkesin malumu. Öğretmenliğin ücretli emekçiliğe dönüşüm sürecini,
tıptaki sınavlarla doktorlar, yetkin mühendislik şartıyla mühendisler, stajyer
avukatlıkla avukatlar yaşamaktadırlar. İktisadi ve İdari Bilimler ile Siyasal
Bilgiler mezunu öğrencileri KPSS “umudu”nun ardından bankalarda ya da çeşitli
şirketlerde asgari ücrete yakın bir ücretle çalışma ve ağır sömürü koşulları
beklemektedir.
Süreç nasıl durdurulabilir?
Bu süreçte öğrencilere yönelik
siyasi baskılar, soruşturmalar, uzaklaştırmalar ve tutuklamalar hiç şüphesiz
üniversite muhalefetinin en canlı kesimini susturmaya, süreci durduramasa da
kesintiye uğratabilecek adımların atılmasını engellemeye hizmet ediyor.
Mevcut perspektifler ve mücadele
programları, tam da sermayenin istediği gibi sistem içi bir “özerk-demokratik
üniversite” hedefine kilitlenmiş (ki bunu sermaye tam da bu sistem içinde
olabileceği gibi hayata geçirmeye çalışıyor) ve mücadelenin öznesi olarak öğrenci
gençliği belirlemiştir. Bu, sorunun gerçek öznesini ve toplumsal gücünü göz
ardı etmek ve aynı zamanda işçi sınıfı ile gençliğin birleşik mücadelesinin
daha baştan ihtimal dışına çıkarılması anlamına gelmektedir.
Buraya kadar yazılanlardan çıkan
başlıca sonuçları maddeler halinde özetlersek: 1) üniversitelerin dönüşümü,
bizzat kapitalist üretimin son otuz yıllık küreselleşme sürecinin bir ürünüdür;
2) bu süreç, kapitalizmin doğası gereği uluslararası ölçekte işlemektedir; 3) dolayısıyla,
kapitalist dünya ekonomisi göz ardı edilerek sağlıklı bir mücadele hattı
oluşturulamaz; 4) gelişen sürecin sınıf mücadelelerindeki yansıması, dünya
burjuvazisinin işçi sınıfının yalnızca üniversitelerde okuyan çocuklarına değil
ama bu kurumlarda çalışan ve üniversite mezunlarını kapsayan en kalifiye
kesimine yönelik toplumsal saldırısıdır.
Bu sonuçlar, üniversitelerdeki
mücadelenin hangi temeller üzerinde yükselmesi gerektiğini de açıkça ortaya
koyuyor. Öncelikle, öğrencilerin burada tek başına saldırı hedefi olmadığının,
başta araştırma görevlileri olmak üzere tüm üniversite emekçilerinin toplumsal
bir saldırıya tabi tutulduğunun, saldırıyı gerçekleştirenin de büyük şirketler
ve bankalar olduğunun bilince çıkarılması gerekmektedir.
Sorunun sınıfsal olduğu ve
uluslararası temelde ilerlediği kavrandığında, mücadelenin de yalnızca
uluslararası temelde ve işçi sınıfı ekseninde örgütlenebileceği görülecektir.
Bunun anlamı, öğrenci gençliğin kendisine yönelik saldırıyı püskürtebilmek
için, öncelikle, anne-babalarının da içinde yer aldığı işçi sınıfına yönelik
saldırının püskürtülmesi gerektiğini görmesi ve onun önderliğinde mücadeleye
katılmasıdır.
Bu uzun soluklu mücadele,
kapitalizm altında kurtarılmış üniversiteler yaratılamayacağı; gerçek ve kalıcı
kazanımların ancak kâr ve rekabet üzerine kurulu bir dünya sistemi olan
kapitalizmin işçi sınıfı eliyle tasfiye edilmesi durumunda elde edilebileceği
bilinciyle verilebilir. Bu yüzden, dünya işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin
bir parçası olarak gençliğin ve öğrencilerin enternasyonal örgütlenmesinin
yaratılması da aciliyet taşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder