3 Kasım 2012 Cumartesi

Küreselleşme ve Üniversitelerin Dönüşümü

Üniversiteler, geçmişte de sermayenin nitelikli/beyaz yakalı işgücü ihtiyacının başlıca karşılayıcısı işlevini yerine getiriyorlardı. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, tüm dünyada üniversiteler işçi sınıfından gençlerin de gidebileceği şekilde dönüştürüldü. Bunun nedeni, kapitalizmin, artık toplumun geniş kesimini oluşturan işçi çocuklarına da ihtiyaç duymasıydı. Dönemin ulusal pazar üzerinde yükselen ithal ikameci kalkınma modeli çerçevesinde, her bir ülkenin burjuvazisi ağırlıklı olarak kendi ulusal pazarındaki sermaye birikimini geliştirmek ve ihtiyaç duyduğu işgücünü buna uygun biçimde üretmek gerekliliğiyle karşı karşıyaydı.

Bu dönem, üniversitelerin, dolayısıyla akademik özgürlüklerin ve özerk üniversitenin altın çağıydı. “Sosyal devlet”, ulusal ekonominin ihtiyaçları gereği üniversiteleri mali olarak destekliyor, akademik çalışmanın önünü açıyordu (elbette bu egemen sınıfı tehdit eden bilimsel çalışmaların farklı yollarla engellenmesini önlemiyordu). Bu sermaye birikim modelinin 1970'lere gelindiğinde içine girdiği kriz, kapitalist küreselleşmenin başlıca tetikleyicisi oldu. Bugün, 60'ların ve 70'lerin üniversite modelinden tamamen farklı bir modelin yaratılması, söz konusu ekonomik modelin iflasının ve küresel kapitalizmin yükselişinin ürünüdür. Burjuvazinin ihtiyaçları dün olduğu gibi bugün de ana etmen olma özelliğini korurken, eğitim-öğretim sistemi, ekonomik altyapıya uygun biçimde, büyük şirketler ve bankalar yararına dönüştürülmektedir.
Bu süreçte, önceki dönemin “sosyal devlet”inin sorumlulukları olarak kabul edilen sağlık, barınma, ulaşım ve eğitim gibi alanlar tüm dünyada kapitalizmin kâr ve rekabet yasasına tabi kılındı, ticarileştirildi. Bu çerçevede, yüksek öğretim dünya çapında 300 milyar dolarlık bir pazarı ve 130 milyonu aşkın bir öğrenci kitlesini ifade etmektedir.
Bologna Süreci
Türkiye'nin de dahil olduğu ve 1999 yılında Bologna'da düzenlenen uluslararası konferansta çerçevesi çizilen süreç, asıl olarak Avrupa ülkelerini kapsamaktadır. Bologna Deklarasyonu ile ilan edilen yüksek öğretimin ticarileştirilmesi hedefi, Avrupa'nın birçok şehrinde bugüne kadar yapılan toplantılarla geliştirilmiş; öngörülen dönüşümün ana gövdesinin kapitalist talepler üzerine kurulduğu giderek daha açık şekilde ortaya konmuştur. 
Türkiye'de AKP öncesi dönemde başlayan bu dönüşümde başlıca rolleri, siyasi iktidarlar, YÖK, TÜSİAD ve TÜBİTAK üstleniyor. YÖK'ün de dönüştürülmesiyle hızlanan bir süreçte, Bologna sürecinin gereklerini yerine getirmeyen üniversiteler kadro ve mali kısıtlamalarla dize getirilmeye çalışılmıştır. 2001 yılında YÖK başkanı Kemal Gürüz eliyle Bologna sürecine eklemlenmeyi ifade eden Avrupa Yükseköğretim Alanı'na dahil olundu; program, Erdoğan Teziç ve Yusuf Ziya Özcan'ın başkanlık dönemlerinde hızla uygulandı.
Bu yeni süreçte, üniversitelerden, Avrupa çapında tek bir programı ve ortalama bir diploma standardını hayata geçirmeleri; kendilerini küreselleşme doğrultusunda dönüştürmeleri istendi. Erasmus ve benzeri öğrenci değişim programları, eğitilen işgücünün küresel standartlara uygun olmasına hizmet ederken, devlet desteğinden mahrum kalan üniversiteler araştırmalar için dış kaynak bulmaya, buluşlar ve markalar üretmeye, teknoparklar ve bilim parkları kurmaya yönlendirildiler. “İnovasyon”, bu süreçteki kilit sözcüklerden birisi olarak karşımıza çıkarken, kâr ve piyasada rekabet için bilimsel çalışmalar yapılması ve yeni teknolojilerin geliştirilmesi gereğine vurgu yapılmaktadır. İnsanlığın ortak malı olması ve onun çıkarları için kullanılması gereken eserlerin, buluşların ve teknolojilerin “düşünsel mülkiyet” adı altında kapitalist tekellerce gasp edilmesi de bu sürecin bir parçasıdır.
Türkiye'nin hızlı bir şekilde eklemlendiği Bologna (üniversitelerin ticarileşmesi) sürecinde, üniversitelere olan devlet desteği iyice kısıtlanmaktadır. Bundaki amaç, üniversitelere kendi kaynaklarını yaratmasını dayatmak ve onların “mali özerklik” adı altında kapitalist kuruluşların tam denetimi altına girmesini sağlamaktır. Üniversite şirkete dönüştükçe, öğrenciler müşteri olarak algılanmakta; daha fazla para kazanmak için, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı artırılırken, araştırmalar için ayrılan kaynaklar kısılmaktadır.
Öte yandan, öğrencilerin müşterileştirilmesi eğitimin tamamen paralı hale getirilmesini hızlandırmaktadır. Eğitim hakkının piyasada işlem gören (alınıp satılan) bir hizmete dönüştürülmesi, üniversiteler arasında daha fazla öğrenciye sahip olma yönünde bir rekabeti kızıştırmakta; bilim emekçileri -deyim yerindeyse- “okul pazarlamacısı” olmaya zorlanmaktadır. Bu süreç, üniversitelerin kendi gelirlerini sağlamak üzere piyasaya iş yapmalarını yani üniversite-şirket işbirliğini geliştirmelerini dayatıyor; oyunun kurallarına uymayan akademisyenleri ise işsizlik bekliyor.
En ileri uygulamasını ABD'de gördüğümüz bu uygulamayla, öğretim görevlileri, eğer işlerini korumak istiyorlarsa şirketlere iş yapmalı ve onların çizdiği sınırları aşmamalıdırlar. Ekonomik ve sosyal hak kayıplarının eşlik ettiği bu süreçte, bilim tamamen sermayenin denetimine girmekte, zaten sınırlı olan akademik özgürlükler, üniversitelerin kapitalistlerin doğrudan denetimine tabi kılınmasıyla, ortadan kaldırılmaktadır.
Üniversiteler, genç işsiz oranının yüzde 20'yi aştığı, üniversite mezunu işsizlik oranının da yüzde 18'lere ulaştığı (500 bin kişinin üzerinde) bir ortamda, işsizliğin gizlenmesinde önemli bir rol oynuyor.
Bologna düzenlemelerinde sıkça dillendirilen “kalite” baskısıyla, kaliteli ve nitelikli bir eğitim değil, kaliteli ve kârlı hizmet üretilmesi kastedilmektedir. Bu kalite baskısı, eğitim emekçilerinin “performansa dayalı” sömürüsünün önünü açarken, özellikle Türkiye'de ezberci ve niteliksiz eğitim alan gençleri “yüksek lise” niteliğini aşmayan üniversitelerde sermayenin uysal köleleri olarak yetiştirmek anlamına geliyor.
Hızla ticarileştirilerek Bologna sürecine uyumlu hale getirilen üniversitelerde hâlihazırda yapılmak istenen ve yasal altyapısı büyük ölçüde hazırlanmış olan bir diğer değişiklik de “mütevelli heyetleri” oluşturmak. Üniversite yönetiminin demokratikleştirilmesi, yönetime öğrencilerin de katılması, özerkliğin hayata geçirilmesi gibi sahte ideolojik söylemlerle meşrulaştırılmaya çalışılan bu adım, gerçekte üniversitelerin şirketlerin ve bankaların yan kuruluşlarına dönüşümü ve tam anlamıyla şirketleşmeleri anlamına gelecektir.
Bologna kararlarının bir diğer dayatması, “ortak diploma” uygulamasıdır. Üniversite fakülteleri Avrupa çapında merkezi bir programa bağlanırken, örneğin mühendislik-mimarlık bölümü öğrencilerinin ortalama bir yeterlilikte yetiştirilmeleri, böylece işgücü piyasasının Avrupa çapında ortaklaştırılması hedefleniyor. Bu süreçte Türkiye'de Fen-Edebiyat fakültelerinin yenilerinin açılmasına son verilmiş ve bundan sonra fakülteye giren öğrencilerin formasyon eğitimi alarak öğretmen olmalarının önüne geçilmiştir.
Daha teknik ağırlıklı, sermaye piyasasının doğrudan ihtiyaçlarına yanıt veren ve artı-değer sömürüsünün yoğunlaştırılabileceği bölümlere ağırlık verilmeye başlanması; yani bilimsel çalışmanın yerini tamamen sermayenin doğrudan ihtiyaçlarının almaya başlamasıyla, bütün Avrupa ülkelerinde felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi bölümler -deyim yerindeyse- para getirmediği için kapatılmaktadır. Benzer bir süreci Türkiye'de de yaşayacağımız kesin. Bu durum, burjuvazinin çürümesinin ve insanlığın kültürel ilerlemesine duyduğu nefretin de bir ifadesidir.
Eğitim Fakültesi mezunlarını bekleyen kaçınılmaz sonun dershane öğretmenliği, ücretli öğretmenlik veya sözleşmeli öğretmenlik gibi esnek ve güvencesiz çalışma koşulları veya işsizlik olduğu herkesin malumu. Öğretmenliğin ücretli emekçiliğe dönüşüm sürecini, tıptaki sınavlarla doktorlar, yetkin mühendislik şartıyla mühendisler, stajyer avukatlıkla avukatlar yaşamaktadırlar. İktisadi ve İdari Bilimler ile Siyasal Bilgiler mezunu öğrencileri KPSS “umudu”nun ardından bankalarda ya da çeşitli şirketlerde asgari ücrete yakın bir ücretle çalışma ve ağır sömürü koşulları beklemektedir.
Süreç nasıl durdurulabilir?
Bu süreçte öğrencilere yönelik siyasi baskılar, soruşturmalar, uzaklaştırmalar ve tutuklamalar hiç şüphesiz üniversite muhalefetinin en canlı kesimini susturmaya, süreci durduramasa da kesintiye uğratabilecek adımların atılmasını engellemeye hizmet ediyor.
Mevcut perspektifler ve mücadele programları, tam da sermayenin istediği gibi sistem içi bir “özerk-demokratik üniversite” hedefine kilitlenmiş (ki bunu sermaye tam da bu sistem içinde olabileceği gibi hayata geçirmeye çalışıyor) ve mücadelenin öznesi olarak öğrenci gençliği belirlemiştir. Bu, sorunun gerçek öznesini ve toplumsal gücünü göz ardı etmek ve aynı zamanda işçi sınıfı ile gençliğin birleşik mücadelesinin daha baştan ihtimal dışına çıkarılması anlamına gelmektedir.
Buraya kadar yazılanlardan çıkan başlıca sonuçları maddeler halinde özetlersek: 1) üniversitelerin dönüşümü, bizzat kapitalist üretimin son otuz yıllık küreselleşme sürecinin bir ürünüdür; 2) bu süreç, kapitalizmin doğası gereği uluslararası ölçekte işlemektedir; 3) dolayısıyla, kapitalist dünya ekonomisi göz ardı edilerek sağlıklı bir mücadele hattı oluşturulamaz; 4) gelişen sürecin sınıf mücadelelerindeki yansıması, dünya burjuvazisinin işçi sınıfının yalnızca üniversitelerde okuyan çocuklarına değil ama bu kurumlarda çalışan ve üniversite mezunlarını kapsayan en kalifiye kesimine yönelik toplumsal saldırısıdır.
Bu sonuçlar, üniversitelerdeki mücadelenin hangi temeller üzerinde yükselmesi gerektiğini de açıkça ortaya koyuyor. Öncelikle, öğrencilerin burada tek başına saldırı hedefi olmadığının, başta araştırma görevlileri olmak üzere tüm üniversite emekçilerinin toplumsal bir saldırıya tabi tutulduğunun, saldırıyı gerçekleştirenin de büyük şirketler ve bankalar olduğunun bilince çıkarılması gerekmektedir.
Sorunun sınıfsal olduğu ve uluslararası temelde ilerlediği kavrandığında, mücadelenin de yalnızca uluslararası temelde ve işçi sınıfı ekseninde örgütlenebileceği görülecektir. Bunun anlamı, öğrenci gençliğin kendisine yönelik saldırıyı püskürtebilmek için, öncelikle, anne-babalarının da içinde yer aldığı işçi sınıfına yönelik saldırının püskürtülmesi gerektiğini görmesi ve onun önderliğinde mücadeleye katılmasıdır.
Bu uzun soluklu mücadele, kapitalizm altında kurtarılmış üniversiteler yaratılamayacağı; gerçek ve kalıcı kazanımların ancak kâr ve rekabet üzerine kurulu bir dünya sistemi olan kapitalizmin işçi sınıfı eliyle tasfiye edilmesi durumunda elde edilebileceği bilinciyle verilebilir. Bu yüzden, dünya işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak gençliğin ve öğrencilerin enternasyonal örgütlenmesinin yaratılması da aciliyet taşıyor.

Hiç yorum yok: