Geçtiğimiz
Ekim ayında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın, kamu
emekçilerinin sabah mesaisinin daha erken olması, mesai saatlerinin uzatılması
ve kamu emekçilerinin cumartesi günleri de çalışması gerektiği yönündeki
açıklamalarını anımsayacaksınız. Yıldız’a göre, gün ışığı böylelikle daha
tasarruflu bir şekilde kullanılacak ve sabah 06:00’da iş başı yapacak olan kamu
emekçileri bu sayede daha verimli bir iş günü geçirecekler.
Yıldız’ın bu açıklamaları, Türkiyeli kapitalistlerin
jet desteği ve kamu emekçileri sendikalarından gelen komik eleştirilerle
taçlanmıştı. Sanko
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdulkadir Konukoğlu, Ağaoğlu Grubu Yönetim
Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu, Limak Holding'in patronu Nihat Özdemir, Zorlu
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Nazif Zorlu... Hepsi de ağız birliği
etmişçesine aynı yanıtı verdiler Yıldız’ın açıklamalarına. Onlar patron
oldukları halde, yıllardır, her sabah 6’da uyanırlardı, zaten Avrupa geç
başlayan mesailer yüzünden batmıştı, başbakan bile günde birkaç saat uyuyordu.
Bu sebeple çalışanların mesaisinin saat 09:00’da başlaması büyük israftı.
Cumartesi günleri çalışılmıyor olması zaten intihardı!
Biz sermaye sahiplerinin tek yaşam dürtüsünün
artı değer yaratma [1] (yani işçilerin ürettikleri artı-değere el
koyma) olduğunu iyi biliyoruz. Onların her sabah artı-değeri sömürme
heyecanıyla –tabi pastadan en büyük dilimi almak ve kırıntıları bizlere
dağıtmak koşuluyla- sabahın ilk ışıklarında uyanmalarını ve sömürü coşkusuyla
çarpan kalplerini anlayabiliyoruz. Ama bizler, yani kırıntıları kapmak için
birbirleriyle dövüş ettirilen bizler, günlük yaşam kavgamıza başlamadan önce
yalnızca birkaç saat daha uyumayı ya da kendimize bir şekilde zaman ayırmayı
hak ediyoruz. Ve dolayısıyla çalışma saatlerimizin uzamasını kabul etmiyoruz.
Unutmadan sendikaların, çalışanları hiçbir şekilde önemsemeyen tavrına da
değinelim. Başta KESK olmak üzere, kamu emekçisi sendikaları bu açıklamaya
şöyle yanıt verdi: ‘Saat 06:00'da hiçbir
kurum çalışmazken, bizim mesaiye başlamamız tamamen israfa neden olur. Kimse
sabahın erken saatinde gidip vergisini yatırmayacaktır.’
Çalışma -başlangıçta doğal- belli bir temelden
başlar, daha sonra tarihsel bir veri haline gelir [2] demiş Marx, Formen’de. Bugün çalışma,
kapitalizmin tarihi boyunca edindiği bütün çalışma biçimlerini üzerinde taşıyan
ve bu biçimleri küresel bir ilke halinde, dünya üzerindeki tüm coğrafyalara pay
eden bir niteliğe sahip. Kendinden önceki üretim biçimlerinin yerini alan
ücretli kölelik düzeni, sermayenin ihtiyaçları ve sınıf hareketinin dinamiğine
bağlı kalarak, dünyanın farklı bölgelerinde farklı yöntem ve işbölümü
teknikleri sayesinde çarkını durmaksızın işletiyor. İşbölümü ve farklılaşmış
tekniklerine rağmen küresel sermaye, dünyanın bütün işçilerini büyük bir
açgözlülükle sömürebiliyor. Ücret sistemi ve bir başkası için çalışmanın tarih
dışı olduğu, yani insanın varoluş tarihiyle bir olduğu empoze ediliyor bizlere.
Oysa bir başkası için çalışma, hele ki ücret sistemi, insanlığın binlerce
yıllık tarihi yanında çok yeni bir aşamadır.
Başkası için
çalışmanın tarihi
Yabanıl (ilkel) toplumlarda bir başkası adına
çalışma fikri yoktur. Aynı şekilde bu toplumlarda herhangi bir şeyin kullanım
değeri dışında, mübadele değeri de yoktu. Yani özetle, her gün ve dakika satın
aldığımız ve kullandığımız mal ve hizmetler kar elde etmek için üretilmiyordu.
Bunun sebebi elbette mübadele değerine izin verecek ölçüde birikimin
yapılamaması ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal hayattı. Ancak ilk birikim
ve ilk mülk edinme biçimlerinin gelişmesiyle, bir başkası adına çalışma ortaya
çıkmaya başladı. Avcı ve toplayıcı yabanılların ardından, hayvanları
evcilleştirip, bunları mülk edinen kavimler, yerleşik hayata geçişle birlikte
savaşıp esir düşürdükleri kişileri de işlerinde çalıştırdılar. Köleci toplumların
tümünde geçerli olan çalışmanın insana özgü olmadığı ancak kölelerin insana
yakışmayan böylesi erdemsiz bir davranışı üstlenmesi gerektiği düşüncesi,
çalışma fikrinin insanlar için tarih boyunca kutsal olmadığını bizlere
gösteriyor. Ancak tek tanrılı dinlerin hepsi çalışmayı -bir başkası adına
çalışmayı- kutsallaştırmıştır. ‘Tembel’ pagan toplumların izlerinin çoktan
silinmiş olduğu feodal topluluklarda, dinin çalışma üzerine söylevleri
sayesinde köleler ve serfler uzunca yıllar sessizce toprak sahipleri adına
çalıştılar.
Tarih, gelişen üretici güçlerin insanları
özgürleştirebileceği halde bunun aksinin yaşanmasına sahne oldu. Köleci toplumların, serf-feodal bey
ilişkilerinin yerini alan yeni ilişkiler ücretli işçi ve kapitalist arasında
yaşanacaktı. Sanayi devriminin iş gücü arzını azaltan yeni atölye ve
fabrikaları, işçiler arasında rekabete sebep oldu. Bu gelişmeye ilk tepkiler,
makine kırıcıların yani Ludistlerin hareketi olmuştu. Makineler sebebiyle işsiz
kalan binlerce kişi, iş bulabilmek yani bir başkası adına çalışmak için,
gelecekte kendilerinin çalışma zorunluluğunu en aza indirgeyebilecek makineleri
parçalama yolunu seçmişlerdi. Ancak bu
yöntem kaçınılmaz olarak sonuç vermemiş, tarihin devasa çarklarının önünde bir
engel haline gelememişti. Kapitalizm, işçi sınıfının kıyımı, öldüresiye
çalıştırılması üzerinden kendini geliştirerek sürdürüyordu. Tembellik Hakkı
isimli kitapta Lafargue, bu tarihsel durumu iyi özetliyor: ‘Makine geliştikçe ve insan çalışmasını durmadan artan bir hız ve kesinlikle
yendikçe, işçi dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, -çalışmasını-
makineyle yarışırcasına iki kat arttırıyor.’ [3] İlk kez 1883 yılında
yayınlanan Lafargue’ın bu broşürünün güncelliğini hala koruduğu açıktır.
Fabrikalardaki, iş yerlerindeki kameralar, yeterince hızlı çalışan ve insana
daha fazla iş yükü bırakmayan makinelere ve otomasyon sistemine rağmen,
bizlerin makineyle yarışını kaydeder dururlar.
1770’li yıllarda, İngiltere’de ortaya çıkan
workhouse’lar, sözde evsiz ve bakıma muhtaç insanlar için bir kurtarıcıydı.
Oysa bu evlerin amacı, burada kalmak zorunda olan yoksulların, asgari uyuma ve yemek yeme zamanı dışında
karın tokluğuna emeklerini satın almaktı. Bu ilk işçi hareketlerine kadar süren
zaman içerisinde yalnızca İngiltere değil birçok kapitalist ülkenin işçileri
-kadın, erkek ve çocukları- günde 14 saate varan işgünleriyle yok
edildiler. 1800’lü yıllarda ise
İngiltere’de Çartist hareketin daha kısa bir iş günü için verdikleri uzun
mücadele sonuç vermiş ve çalışma süresi 10 saate (1 Mayıs 1848) düşürülmüştü.
Tarih boyunca hareketliğini koruyan işgünü saati, toplumsal mücadele
dönemlerinde düşürülmüş ama sessiz kaldığımız zamanlarda sermayenin ihtiyaçları
doğrultusunda artırılmıştı.
Kapitalizmin ilk dönemlerinde, rahipler, işçinin
bedensel isteklerini günah keçisi yapıyor, ücretlilerin gereksinimlerini en aza
indirgemesini, sevinçlerini, tutkularını yok etmeyi öğütlüyordu. [4] 1850
yılında ilk kez ortaya çıkan bir ‘hastalık’ rahiplerin ve dönemin
burjuvazisinin ideolojisini ispatlar niteliktedir. Drapetomania adı verilen
hastalığın, özellikle siyahi ırklarda ortaya çıktığı ve hastalığın “başıboş
gezme, çalışmama isteği, bir başkası adına çalışmayı reddetme” olarak cereyan
ettiği saçmalıkları yıllarca tıp kitaplarında yerini buldu. Kölelerin ya da
ücretli işçilerin, en doğal insani isteklerini hastalık olarak tanıtmak elbette
yalnızca adına çalıştıkları burjuvazinin ve onlardan nemalanan, düşünürlerin,
din adamlarının işine yaramaktaydı. Bu dönemde, din adamlarının ve ‘bilim’ adamlarının
sermayenin emrinde olduğunu görmek zor değil. Bu durum bugün için de
geçerliliğini sürdürmekte. Her din, çalışmayı kutsal kabul etmekte, iş hukuku
buna göre düzenlenmekte, toplumsal yaşam, işgününün uzun saatlerinde hizmet
verecek işçiler için tasarlanmakta, heteroseksist aile bunun için yalnızca tek
geçerli aile olarak kabul edilmekte. Allah’ın çalışmayanı sevmemesi, çalışan
demirin ışıldaması, çalışma saatlerine göre düzenlenen yetişkinler için 6-8
saat uykunun en sağlıklı uyku olduğu açıklamalarının başka bir sebebi yoktur.
Neden daha
fazla çalışmayı kabul etmemek gerek?
Bizler, bir bedel karşılığında bir meta alırız ve
ondan olabildiğince daha fazla yararlanmak isteriz. Onu iyi muhafaza ederiz ve
kullanım ömrünü biraz daha uzatmaya çalışırız. Aynı durum emeğimizi sattığımız
kapitalistler için de geçerlidir. Yani onlar da olabildiğince daha fazla
emeğimizden faydalanmaya çalışırlar. Günlük üretim tamam olduğu ya da günlük
işlerimizi tamamen bitirdiğimiz halde fazla mal göz çıkarmaz diyerek işgünü bitimine
dek çalışmaya devam etmek zorunda olmamız bu yüzdendir. Yalnız bizlerin satın
aldığı herhangi bir meta ile bizlerden satın alınan emek gücü arasında,
unutturulan bir ayrım var. Satın aldığımız ürün bizlere kullanım değeri dışında
bir değer sunmaz. Onu kullanırız ve eskitir ya da tüketiriz. Ancak, bizim emek
gücümüzü satın alan patron, bize ödediği ücretten çok daha fazlasını bizim
sayemizde kazanır. Yani, bizim emeğimiz, piyasada satılan herhangi bir metanın
bizlere sağlayamadığı bir değer üretir. Emeğimizin hem kullanım değeri hem de
artı-değeri kapitaliste döner. Kapitalistlerin yalnızca işçi sınıfının
sömürüsüyle kendini var edip geliştirebildiği, sermaye birikimini sağladığı,
yalnızca işçilerin 9 saatlik çalışmalarının örneğin 4 veya 6 saatinde yarattığı
değere el koyarak bunu yapabildiği çok basit hesaplarla Marx tarafından yıllar
öncesinde ortaya konmuştu. Bu sayede kapitalist, bize ödediğinden çok daha
fazlasını kazanır. Biz çalıştığımızın karşılığı olarak düşündüğümüz ücretlerle
yaşamaya çalışırken, aslında çalışmamızın karşılığını değil, yaşamımızı
sürdürebilmemiz için gerekli bir miktarı ücret olarak alırız. Çünkü sattığımız
işgünü kadar, vaktimizi, ruhumuzu, bedenimizi kapitaliste bize ödediğinden daha
fazlasını kazansın diye vermişizdir. İşte tam da bu yüzden iş günün uzaması
yalnızca bizlerin daha çok kaybetmesine sebep oluyor. Yani onların emekten
kazandığını biz özden yitiriyoruz. [5]
Kapitalizmin aşırı üretim ve daha fazla kar
amacı, bizlerin yaşamının -koşullarımız izin verse- tamamına sahip olmaya
meyillidir. Bu kapsamda bütün kullanılabilir zamanımız, hem doğal yönden hem de
yasalarla, sermayenin kendi büyümesine adanmış emek-zamandan ibarettir. Peki,
kaçımız böylesi hapsedilmiş bir yaşamayı arzular? Bu soruya vereceğimiz yanıt
neden işgününün daha fazla uzamaması; aksine üretici güçlerin bugün imkan
verdiği ölçüde, yani belki de 2-3 saate indirilmesi için mücadele etmemiz
gerektiği sorusunun da yanıtıdır.
Sovyetler
Birliği'nde işgünü nasıl düzenlenmişti?
1917 Ekim devriminden sonra uluslararası devrimin
yenilgiye uğraması sonucu Rusya'daki işçi iktidarının yalıtılması ile kabaca on
yıllık bir sürede karşı devrimin zaferiyle bürokratik bir diktatörlüğe dönüşen
Sovyetler Birliği’nde işgününün nasıl düzenlendiği önemlidir. Çünkü birçok sol
grubun, sosyalist bir miras olarak algıladığı bürokratik diktatörlük yılları,
salt işgünü düzenlemelerine dahi bakıldığında, bu dönemin karakteri hakkında
net bir cevap verecektir bizlere.
Sovyetler Birliği’nde, NEP’in (Yeni Ekonomik
Politika) ardından, ekonomiye dayalı ilk eleştiriler, 46’lar Bildirgesi olarak
bilinen belgede yer alıyor. Rus Komünist Partisi Siyasi Büro’ya yazılan
bildiride, ‘ekonomi alanındaki hedeflere
ulaşmada başarısız olan kararların günü kurtarmaya yönelik, üzerinde düşünülmemiş
ve düzensiz karakteri’ [6] hakkında eleştiri verilmişti. Kötüye giden
ekonomik süreç ve bürokratikleşen sistemin yeni zenginler doğurması, zamanla
işçi sınıfının yaşama koşullarında olumsuz izler bırakmaya başladı. NEP’in
zengin köylülere verdiği ödünlerden ve kentlerde yeni bir burjuva sınıfın
yükselmesinden en fazla rahatsız olanların başında, Leningrad’lı işçiler
geliyordu. [7] Leningradlı işçilerin grevleriyse, bürokratik diktatörlük
tarafından ‘hainlerin kurduğu bir pusu’ olarak deklare edildi. Bunların
dışında, kızıl cumartesi ve pazarlar, artan işgünü saatleri, sözde sömürü
değildi, 'zaten işçinin olan, işçi devletinin ihtiyacı olan değeri' yaratmak
içindi. Ancak ayrıcalıklı yönetim aygıtı artı değerin son derece önemli bir
kesimini silip süpürdüğünden [8], dönemin çalışma koşulları tam manasıyla bir
sömürüydü. Aşırı çalışma, afişlerle, gazetelerle ve en nihayetinde bürokratik
bir kastın tamamiyle egemenliğine geçmiş olan Komünist Parti aracılığıyla
kutsandı.
Çalışma saatlerinin uzamasını, parça başı ücret
sisteminin yaygınlaşması izledi. Rubleleri kazanmak isteyen işçiler
makinelerine daha çok ilgi göstermeye ve zamanlarını daha dikkatli kullanmaya
yöneldiler. [9] Esnek üretim ve vardiya sisteminin sosyalist bir yöntemmiş gibi
sunulması ve sosyalist rekabetin savunulma süreci topyekûn bir trajedi halini
aldı. Bürokratik diktatörlükteki, işgünü ve çalışma yöntemlerini düzenleyen bu
yeni politikalar, Stalin tarafından sosyalizmden komünizme geçişin bir aşaması
olarak gösterilse de, parça başı ücret sistemi ve 7 saatlik işgününün buna göre
düzenlenmesi, Marx’ın Kapital’inde tam aksi bir anlama geliyordu: parça başı
ücret sistemi, kapitalist üretim yöntemlerine en uygun olanıydı. Vardiya
sistemi üzerine Marx Kapital’de şöyle aktarıyor: ‘…vardiya sistemini keşfettiler ve böylece yük beygirleri belli
duraklarda değişeceği yerde, yalnızca değişik duraklarda durmadan yeniden işe
koşuldular.' [10]
İşsizlik ve
Tembellik Hakkı
Lafargue’ın Tembellik Hakkı'nda, 1831 yılında
Lyon’lu işçilerin ‘ya bizi kurşuna dizin ya da iş verin’ diyerek ayaklanması
üzerine alıntısı, işçilerin, kendilerine yıllar boyu çalışmayı dayatmış burjuva
ideologlarının söylemlerine inanıp, çalışma hakkını talep etmelerini anlatır.
Aynı kitapta, ‘filozoflar hiç çalışmadan, para pul, han hamam edinmek için
yoksullara iş verenlere, “insansever” diye alkış tutuyorlar’ yorumunda bulunur.
Bugün durum farklı değil. Burjuva ideologları, işsizliğe çözüm bulmayı nam-ı
diğer istihdam yaratmayı çok hayırlı bir iş olarak kabul eder. Bugün ABD’deki
Occupy işgalcilerini eve döndürmek isteyenler aynı masalı okur dururlar.
Starbucks’ın bir kahve yanında 1 dolardan satın alınacak bilekliklerden
toplanacak parayla istihdam yaratarak işgalcileri eve gönderme
hayalini/fırsatçılığını unutmayalım. Euro bölgesinin derin krizi benzer bir
biçimde işsizlik sebebiyle kitleleri sokağa taşırıyor. Her beş kişiden birinin
işsiz olduğu İspanya, İngiltere’deki 1 milyondan fazla genç işsiz,
Yunanistan’da %16’ya varan işsizlik elimizdeki resmi bilgiler arasında. Ancak
kapitalizmin istihdam sağlayarak, yani kriz dönemlerinde bizleri öldüresiye
çalıştırarak, biz işçilerin ve geleceğin
işçi-emekçi adayı öğrencilerin acılarını dindiremeyeceği ortada. Çözüm istihdam
alanlarının geliştirilmesinden çok daha başka bir yerde yatmakta.
Türkiye’de işsizliğin tavan yaptığı 2008 yılında,
iktidar partisi durmaksızın, ‘hepimiz aynı gemideyiz, daha fazla
çalışmalıyız, alın verin ekonomiye can verin’ türünden, aslında bizim
yıkımımızla ve onların zenginleşmesiyle sonuçlanan sloganlarıyla ekranları
doldurmuşlardı. Bu dönemde, birçok sol yapı, İşten Atılmalar Yasaklansın
Platformu'nda buluşmuştu. Kapitalistlerin, çalışanlara yasal haklarını
vermeden, burjuva hukukuna dahi uymadan, büyük bir hukuksuzlukla binlerce
kişiyi işten attığı bu süreç, elbette, sosyalist hareketin karşısında durması
gereken bir süreçti. Ancak, bu hareket öyle yanlış bir yerden örgütlendi ki,
çalışma hakkı sosyalist bir bakış açısıyla değil, burjuva ideolojisinin, insan
hakları evrensel bildirgesinin gölgesinde ifade edildi. Bugün ‘ya işsize iş bulun ya da defolun’
sloganları bu yorumdan farklı değildir. Tarih bize, bu talebin sosyalist bir
talep olmadığını defalarca gösterdi.
Bugün Türkiye’de işsizlik resmi rakamlara göre
%11,9. Son üç ayda işsizlik rakamları yüzde 2 oranında arttı. Geçtiğimiz
Ağustos’a ait istatistikler işsizliği %9,2 ve genç nüfus işsizliğini %18,6
olarak gösteriyordu. Küresel krizin tüm dünyada derinleşmesi, Türkiye’de
işsizliğin daha hızlı büyüyebileceğini ve önümüzdeki dönemin daha sancılı
geçebileceğinin sinyallerini veriyor.
Bu yazıyı daha fazla uzatmadan, kapitalizmin kriz
dönemlerinde, işsizlik sebebiyle, biz çalışanları birbirine rakip hale getirip,
piyasadaki işgücü arzının bolluğunun da verdiği rahatlıkla işgünü saatlerini
arttırmak isteyecek kapitalistlere karşı tembellik hakkını savunmamız
gerektiğinin altını bir kez daha çizelim. Bu işten atmalar karşısında sessiz
kalacağımız anlamına gelmesin, söylemek istediğimiz bu değil. Söylemek
istediğimiz bugünkü koşullarda gerçekleşmesi fazlasıyla mümkün bir şey: tüm
işsizlerin de çalışması ve çalışma saatlerinin 2-3 saate indirilmesi! Ancak,
biz mücadele eder, ücretli kölelik düzenine karşı birleşebilir ve onu ortadan
kaldırabilirsek daha iyi bir yaşam için işgünümüzü satmak zorunda kalmayacağız.
Ancak bizim sınıf mücadelemiz, bizlerin ve bizden sonraki kuşakların üretim
araçlarının özel mülküne sahip olan burjuva sınıfı için çalışmasına ve bu
yüzden daha fazla yoksullaşmasına engel olacak.
Yazımızı Tembellik Hakkı'ndan bir paragrafla
sonlandıralım:
‘Eğer işçi
sınıfı kendine egemen olan ve özünü alçaltan kusuru söküp atarak o korkunç
gücüyle ayaklanır ve bunu kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan insan
haklarını, yoksulluk hakkından başka bir şey olmayan çalışma hakkını isteme için değil de, her insana günde üç
saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak için
yaparsa, dünya, yaşlı dünya, sevinçten titreye titreye, içinde yeni bir evrenin
zıpladığını duyacaktır… Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik,
insan kaygılarına merhem ol!’ [11]
marmara
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Kapital 1. Cilt, sf 230
[2] Karl Marx, Formen sf. 34
[3] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, Alter Yay. ,
sf. 36
[4] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, Alter Yay. ,
sf 13
[5] Karl
Marks, Kapital 1. Cilt, sf 230
[6] Halil Çelik, Karanlık Çökerken, Bürokrasinin
Yükselişi-Bolşevizmin Yenilgisi sf.91
[7] Karanlık Çökerken sf. 246
[8] Lev Troçki, 1927 Birleşik Muhalefet Programı
[9] Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Alef Yay.
, sf. 110
[10] Karl
Marx, Kapital 1. Cilt, sf. 273
[11] Paul
Lafargue, Tembellik Hakkı, Alter Yay. , sf. 56
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder