Yeni
sayımızı yine yoğun bir gündemle beraber yayınlıyoruz. Giriş bölümünde,
elimizden geldiği ölçüde yine içeride yer veremediğimiz gündem maddelerine
değinmeye, bu konular hakkındaki fikrimizi ifade etmeye çalışacağız.
Dünya gündeminin ana maddelerinden birini aylardır
olduğu gibi yine Suriye meselesi oluşturuyor. Aylardan beri neredeyse hergün
Suriye'den bir kitlesel kıyım haberi alıyoruz. Devletin, Esad rejimi karşıtı
gösterilere yönelik her müdahalesinde onlarca insan yaşamını yitiriyor. Gelinen
noktada artık tartışılan en önemli başlık 'Suriye'ye müdahale' konusu olmaya
başlamış durumda. Liberaller, daha önce aynı Irak için söyledikleri gibi Suriye
konusunda da emperyalist müdahalenin başlıca savunucuları konumundalar. Onlar,
Irak'ta Saddam rejiminin başta ABD olmak üzere emperyalistlerin işgaliyle yıkılması
insan hakları ve demokrasinin zaferi olarak sundular, ve hala da sunuyorlar.
1,5 milyon insanın cesedi üzerinde yükselen bu demokrasinin, emperyalist
kapitalizmin bir zaferi olduğu hiş şüphesiz doğru, ancak bizlerin buna destek
vermesini beklemek saflık olur. Ulusalcılarsa bu konuda yine Irak ve en son da
Libya'da olduğu gibi “emperyalizme karşı” söylemi arkasına gizlenerek yerel
egemen sınıfın destekçisi konumunda duruyorlar. Onlar, Saddam ve Kaddafi
rejimlerini emperyalist müdahaleye karşı sonuna kadar desteklerken, gerçekte
burjuvazinin bir kanadına yedeklenmiş oluyor ve emekçi halkın karşısında
konumlanıyorlar. Bizlerse, aynı daha öncesinde de olduğu gibi işçi sınıfının
bağımsız sınıf tavrının tek gerçek devrimci tavır olduğu konusunda ısrarlıyız.
Yani, Suriye'ye yönelik bir dış müdahaleye kesin bir şekilde karşı çıkarken,
Esad liderliğindeki Baas rejiminde temsil edilen Suriyeli egemen sınıfa karşı
mücadeleyi de aynı şekilde yükseltmek gerekiyor. Yaşananlardan da görüldüğü
gibi, bunu gerçekleştirebilecek olan tek sınıf da yine uluslararası sınıf
kardeşlerinden destek alan ve sosyalist perspektifle donanmış işçi sınıfıdır.
Suriye işçi sınıfının önünde duran bu görevin yanında, özellikle biz Türkiye'de
yaşayanlar için de önemli görevler düşüyor. Bilindiği gibi Türkiye Suriye'ye
yönelik olası bir müdahalede rol alabilecek başlıca aktörlerden birisi
konumunda. Bu durumda Türkiye devletinin savaş tehdidine ve olası müdahalesine
karşı mücadeleyi yükseltmek ve bunu “kendi” egemen sınıfımıza karşı mücadeleye tabi
kılmak gerekiyor.
Yine
bir diğer savaş ihtimalini doğuran konu da Malatya'ya kurulacak olan NATO füze
kalkanı. İran en başından itibaren şiddetle karşı çıktığı bu duruma yönelik
tepkisini giderek yükseltiyor. İranlı egemenler içinden, kendilerine yönelik
herhangi bir müdahale anında ilk olarak Malatya'yı vuracağını açıklayan sesler
yükseliyor ki bu hiç şüphesiz oldukça olası. Türkiye'nin emperyalist
ortaklarının talepleri doğrultusunda attığı bu adım sonucunda, Türkiye
topraklarının da hedef tahtası haline gelmesinden başka nasıl bir sonuç
doğabilirdi ki? Bu duruma yalnızca İran değil Rusya da sert tepki gösteriyor
çünkü füze kalkanı yalnızca “İran tehdidine karşı” olarak sunulsa da, onun
işlevi önümüzdeki dönemin emperyalist hesaplaşmalarıyla da yakından ilgili.
Suriye'ye yönelik bir müdahaleye de aynı şekilde karşı çıkan Rusya-Çin
kanadının bu tavrı, elbette emperyalist devletler arasında bir kutuplaşmanın da
ifadesi. Türkiye'nin bu emperyalist kutuplaşmada tavrını ABD-AB kanadından yana
koyuyor oluşunun bir sonucu olarak (İsrail, Suriye ve İran gerginlikleri
düşünüldüğünde), Türkiye burjuvazisinin önümüzdeki dönemin savaşlarında Türkiye
halklarının kıyımının ön hazırlığını yaptığını söylemek çok da zor değil.
Savaş tamtamlarının çaldığı, ekonomik krizin dünyanın her köşesinde şiddetlendiği ve yine dünyanın birçok yerinde kitlesel hareketlerin yaşandığı şu günlerde dünyayı çitlerle 200'e yakın parçaya (ulusal sınır) bölen burjuva devletleri de hem askeri harcamalarına hem de “iç güvenlik” çalışmalarına büyük bir hız vermiş durumdalar. Elbette Türkiye de bundan muaf değil. Kürtlere yönelik baskının binlerce BDP'linin ya da BDP'ye yakın demokratların tutuklanmasıyla şiddetlendiği bir dönemden geçiyoruz. Artık devlet, 90'ların başında olduğu gibi 17 bine yakın faili meçhul yaratmaktansa yargı yoluyla uzun erimli bir ceza yolunu seçmiş durumda. Bu oldukça da “demokratik ve hukuka saygılı” görünüyor! Hiçbir elle tutulur dedilin sunulamadığı iddianamelerde binlerce kişi “silahlı terör örgütü” üyeliğinden yargılanıyor. Devletin bu tavrı hiç şüphesiz şaşılası bir durum değildir, aynı şekilde bu terörün dağa çıkışa itilim kazandırdığı da bir sır değil. Bu gerçekler, sermaye sınıfının Kürt sorununu çözmeye muktedir olmadığını ortaya koymakla sınırlı değil, aynı zamanda çözümün anahtarını da göstermektedir. “Demokratik bir anayasa ve ülke” ideali ile “demokratik çözüm” vurgusu, burjuvazinin diktatörlüğü var oldukça birer yanılsamadan başka bir şey ifade etmemektedir. Burjuvazinin çözümü, imha ve inkardan, hukuki imha ve inkara dönmüş durumda, Kürt halkının meşru demokratik talepleriyse hala gerçekleşmeyi bekliyor. Bizler, işçi sınıfının ortaya çıktığı günden itibaren, ezilen halkların tek samimi destekçisi olduğunun bilinciyle devletin baskılarına karşı mücadelenin, ulusal baskının kaynağını (kapitalizm ve burjuva devlet) ortadan kaldırabilecek tek sınıf olan işçi sınıfı temelinde yürütülmesi gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Tutuklama
dalgasının yalnızca Kürtlerle sınırlı olmadığı, diğer toplumsal muhalefet
kesimlerini de kapsadığı bir gerçek. Türkiye’de şu an yaklaşık 600 üniversite
ve lise öğrencisi tutuklu. Yasal basın açıklamalarına katılmak, saç kestirmek,
puşi takmak ve hatta Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabını evinde bulundurmak
“terör örgütüne üyeliğin” delilleri olarak iddianamelerde yerlerini alıyor.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, tutuklu öğrenciler üzerinde özellikle AKP iktidarı
yanlısı burjuva medya tarafından sürdürülen karalama kampanyaları yapılıyor.
Dünyadaki yaygın ekonomik kriz ve artan toplumsal hareketlenmeler, Türkiye’de
de burjuva devletin toplumun dinamik kesimlerinden öğrenci gençlik üzerinde bir
baskı kurma ihtiyacını meydana getiren nedenler arasında. Ayrıca Türkiye’yi de
bekleyen ekonomik kriz tehlikesi, burjuvaziyi işçi sınıfının kazanılmış
haklarına saldırmaya iterken, öğrenci gençlik gibi yeri geldiğinde “baş
ağrıtıcı” olabilecek toplumsal kesimler üzerinde de sistematik biçimde baskı
politikaları uygulanmasına önayak oluyor. Adeta zorlama delillere dayanarak
haklarında açılan davalar sonucunda tutuklanan öğrencilerin eğitim hakkı
engellenirken, sermaye sınıfı adına AKP hükümeti aslında hem işçi sınıfına hem
de diğer toplumsal kesimlere gözdağı verme niyetinde. İçerisinden geçtiğimiz
baskıların ve saldırıların yoğunlaştığı dönemin açığa çıkardığı üzere, başta
işçi sınıfının öncülüğünde Kürt halkının, öğrenci gençliğin ve diğer dinamik
toplumsal kesimlerin de güç vermesi gerektiği bir birleşik mücadele hattı
örülmek zorundadır. Bu hat elbette kendiliğinden ortaya çıkmayacak, öncelikle
bu hatta yürünülebilmesini sağlayacak bir araca ihtiyacımız var. Marx ve
Engels'in temellerini attığı bilimsel sosyalizm dünya görüşü üzerinde
yükselecek enternasyonalist devrimci bir partiden yoksun olduğumuz sürece
böylesi bir hattı oluşturabilmek ve sosyalist hedefe yöneltmek mümkün
olmayacak.
İ-S
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder