Sosyalist devrim – MDD tartışması
1960’lı
yıllarda sol içindeki tartışmaların ana konusu, Türkiye’nin sosyo-ekonomik
yapısıydı. Bu tartışmalar son derece önemliydi, çünkü izlenecek olan “devrim
stratejisi” bu çözümlemeler üzerine oturtulacaktı. Mihri Belli, Türkiye’yi
emperyalizme bağımlı, yarı feodal ve yarı sömürge bir ülke olarak tanımlıyor;
dolayısıyla, devrimin karakterinin milli
ve demokratik olması gerektiğini savunuyordu. Kapitalist olmayan bir
ülkede “komprador
burjuvaziye ve feodal toprak ağalarına” karşı gerçekleşecek olan bu
devrimin önderliğini işçi sınıfı alamayacağına göre (!) bu görev, milli
burjuvaziden, ordudan, öğrenci gençlikten ve aydınlardan oluşacak olan “milli cephe“ye
düşüyordu. Ulusal devrimci bir iktidarı kuracak olan bu “zinde güçler”,
başlatacakları milli kalkınma hamlesiyle, ülkeyi -Mustafa Kemal’in de hedefi
olan- tam bağımsızlığa ulaştıracaklardı. Belli’ye göre, bütün bunlar başarılana
kadar işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlenmesinden ve sosyalist devrimden
söz edilemezdi! Bu süreçte “sosyalist devrim“ sloganını öne çıkarmak, “milli
cepheyi bölmek“ anlamına geleceği için karşıdevrimci güçlere hizmet ederdi;
dolayısıyla, kabullenilemezdi.
Hem MDD’yi hem de “zinde
güçler”i / “ulusal cephe”yi görünürde eleştiren Hikmet Kıvılcımlı ise, “işçi sınıfının öncülüğünde ve bir
işçi-köylü ittifakı biçiminde gerçekleşecek demokratik halk devrimini (DHD)”
savunuyordu. Onun DHD’sine göre de işçi sınıfı, aynı MDD’de olduğu gibi,
devrimin, antiemperyalist ve demokratik görevlerin yerine getirileceği ilk
aşamasında “zinde güçler”
(antiemperyalist subaylar, öğrenci gençlik, aydınlar vb.) ile birlikte, bir “demokratik halk cephesi“
içinde kalmalıydı. Sosyalizm için mücadele, devrimin -ne zaman geleceği
bilinmeyen- daha sonraki aşamasında söz konusu olabilirdi. Özetle, Hikmet
Kıvılcımlı’nın DHD’si, “finans-kapitalin,
derebeylerinin ve tefeci bezirganların saltanatı” gibi özgün
kavramlar eşliğinde, gerçekte MDD’nin bir versiyonuydu.
MDD, DHD ya da UDD gibi farklı isimlerle
anılan bütün bu stratejilerin 1960’ların ikinci yarısından başlayarak gündeme
gelmesi Stalinizm’in devrimci işçi hareketi üzerindeki yıkıcı etkisinin ne denli
derin olduğunun ifadesiydi. (Troçki’nin 1905 Devrimi sürecinde formüle ettiği
ve Lenin’in 1917 Şubat Devrimi’nin ardından benimseyip sert bir mücadelenin
ardından Bolşevik Parti’ye kabul ettirdiği Marksist sürekli devrim / geçiş
programı anlayışının Türkiye sosyalist hareketine yabancılığı bugün de
sürmektedir.)
Öte yandan, MDD’ciliğe karşı “sosyalist
devrim“ tezini savunanlar, Türkiye’deki egemen üretim biçiminin kapitalizm
olduğundan, Türkiye burjuvazisinin emperyalizm ile ilişkilerinin kapitalizmin
doğal işleyişi içinde “gönüllülük” esası üzerine kurulu olduğundan, devrimci
anlamda emperyalizm karşıtı bir “milli burjuvazi”den söz edilemeyeceğinden
hareket ediyorlardı. TİP önderliğinin savunduğu bu çizgi, ister istemez,
“emperyalizme ve feodal kalıntılara karşı mücadele”yi işçi sınıfı önderliğinde
gerçekleşecek kapitalizm karşıtı, sosyalist bir devrimle ilintilendiriyordu.
Gündemde olan, sosyalist devrim; onun öncüsü de işçi sınıfı idi. Ancak TİP’in
“sosyalist devrim” dediği şey, yukarıda değindiğimiz gibi, gerçekte, burjuva
yasalcılığı ve parlamentarizm üzerine kurulu bir reformlar dizisinden ibaretti.
Seçimler sonucunda parlamentoda çoğunluğu elde edip burjuva devlet aygıtının
yönetimine gelerek gerçekleştireceği reformlar yoluyla “sosyalizme” geçileceğini
savunan TİP’in “sosyalist devrim” programında, işçi sınıfının ve yoksul
köylülerin öz örgütlenmelerine (Sovyetler), burjuva devlet aygıtını
parçalamasına ve onun yerine Sovyetler üzerine kurulu bir işçi devletinin
kurulmasına yer yoktu. Bu devrim programında, özel mülkiyetin ve kapitalizmin
ortadan kaldırılması ve bir dünya toplumu olarak sosyalizm de yoktu. TİP’in
“sosyalist devrim”den anladığı, ulusal korumacı bir program çerçevesinde ve
demokratik reformlar eşliğinde uygulanan sosyal adaletçi – devletçi bir
kalkınma projesiydi.
Zeki Baştımar
önderliğindeki TKP’ye gelince… O, gerçekte, “Ulusal
demokratik devrim” adı altında, Mihri Belli’nin MDD’si ile aynı
programı (Stalinist Komintern’in tarihin çöplüğünden çıkarmış olduğu aşamalı
devrim anlayışını / asgari programını) savunuyordu. Ama TKP önderliği, bu
tartışmada kendisiyle benzer görüşü savunan Mihri Belli’yi değil; TİP’te onun
karşısında yer alan “sosyalist
devrim“cileri (parlamenter yoldan “sosyalizme geçiş”i savunanları)
destekledi. TKP önderliğinin bu tavrının ardında, başlıca siyasi rakibi olan
Belli ekibinin TİP içinde güçlenmesini engelleme düşüncesi de rol oynamış
olabilir. Çünkü Belli’nin TİP içinde egemen olması, Baştımar ekibinin tasfiyesi
anlamına gelecekti.
1960’ların ikinci yarısında, dünyanın dört
bir yanında, işçi sınıfının eylemliliği, köylü direnişleri ve öğrenci
hareketleri yükselişe geçiyordu ve bu, kapitalizmin yaklaşan krizinin (ithal
ikameci ulusal kalkınma modelinin / Keynesçiliğin iflasının) işaretiydi.
Türkiye de bu dalgadan muaf kalmadı. 1960’ların ikinci yarısında, 1967’de
DİSK’in kurulmasıyla sonuçlanan yasadışı grev ve direnişlere; köylü
mitinglerine ve giderek artan öğrenci eylemlerine tanık olduk. Ancak, ileri
kapitalist ülkelerde 1968 – 1969’da doruk noktasına ulaşan hareket, işçi
sınıfının sosyal demokrat ve Stalinist önderlikler eliyle etkisizleştirilip
geriye itilmesinin ardından, hızla radikal küçük burjuvazinin denetimine girdi.
Türkiye’de de grevler, fabrika ve toprak işgalleriyle yükselen işçi / emekçi
mücadeleleri, 15-16 Haziran 1970’de doruk noktasına ulaştıktan sonra, hızla
gerileyecek; işçi sınıfının eyleminin yerini radikal küçük burjuvazinin “öncü
savaşı” alacaktı.
Hızla radikalleşen kent küçük burjuvazisi
(özellikle öğrenci gençlik), “solcu” / “sosyalist” sendikal ve siyasi
önderlikler onları işçi sınıfının devrimci önderliğinden mahrum bıraktığı
koşullarda önderliğe soyundular. Ama ortada, başını işçi sınıfının çektiği
toplumsal hareketlilik içinde hızla radikalleşen öğrenci gençliği
enternasyonalist ve devrimci bir program etrafında toparlayacak Marksist bir
önderlik yoktu. Ne onlarca yıllık ulusalcı reformist deformasyonla malul
Stalinist TKP ne de TİP onların devrimci özlemlerini karşılayabiliyordu.
Radikalleşen gençlik, bu koşullar altında, bir yandan yüzünü “Kemalist
devrimci” subaylara dönerken, aynı zamanda, kendisine “kurtarıcı” misyonu biçti
ve “halk savaşı”nı başlatmak üzere silaha sarıldı; “politikleşmiş askeri, savaş
stratejisi” ya da “öncü savaşı” gibi adlar altında girilen bu yolda, başta önderleri
olmak üzere, çok sayıda devrimci genç devlet tarafından öldürülecekti.
MDD: “Türkiye solu”nun ana akımı
Sosyalist
devrim-MDD/DHD ayrımı çerçevesinde yaşanan ideolojik siyasi bölünmede
“sosyalistlerin” (TİP) reformist-parlamenter çizgisinden kopan gençlik Asya,
Afrika ve Latin Amerika’daki sömürgecilik ve işgal karşıtı ulusal kurtuluşçu
gerilla mücadelelerinden etkileniyor ama aynı zamanda onları “destekleyen” SSCB
ve Çin sayesinde “sosyalizm”e de sempati duyuyordu. Bu “sosyalist” ülkeler
içinde en muteber olanı, elbette, Küba idi. Çünkü Castro önderliği, Kremlin’in
komünist partileri gibi reformist parlamenter yolu önermiyor; tersine, dünyanın
dört bir yanında savaşan gerillalara doğrudan destek veriyordu. Che’nin
dünyanın başka yerlerindeki gerilla hareketlerine bizzat katılması, “sosyalist”
Küba’yı ve Castro önderliğini kutsal bir “devrimci enternasyonalist” merkez
haline getirmeye yetti.
Yukarıda değindiğimiz gibi, MDD’ciler,
TİP’in reformist-parlamenter çizgisini ve burjuva yasallığı içinde kalmasını
eleştiriyor ama ne onu yok sayabiliyor ne de yerini doldurabiliyorlardı. On bin
dolayında üyeye sahip olan ve yüz binlerce oy desteği alan bu kitlesel parti,
aynı zamanda, MDD’ciler için önemli bir faaliyet alanıydı. TİP önderliğinin
seçim faaliyetleri dışında patlayan toplumsal hareketlere (kitlesel işçi ve
gençlik eylemlerine) önderlik etme yeteneğine sahip olmadığı ortaya çıktıkça,
parti üyeleri yüzlerini giderek daha fazla MDD’cilere döndüler. Onlar,
MDD’cilerin, partinin içinde bulunduğu tıkanıklığa çözüm getireceklerini
umuyorlardı. Yanıldılar!
Önde gelen MDD’cilerin
(Mihri Belli, Reşat Fuat Baraner, Şevki Akşit vb.) bütün siyasi deneyimleri son
derece dar ve gizli bir örgüt olan TKP içinde edinilmişti. Bütünüyle bürokratik
tarzda ve emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen bu gizli çalışmalar içinde
siyasi bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmaları mümkün değildi. Dolayısıyla,
onlar, mekanik bir “öncü
örgüt” şablonundan ibaret olan Stalinist parti kavrayışları
nedeniyle TİP’i kavramakta zorlandılar. Zaten bir işçi partisi olan TİP’i nasıl
“gerçek bir işçi partisine”
dönüştürebilecekleri üzerine kafa yoran MDD’ciler, bu parti içinde “devrimci” bir muhalefet
örgütlemeye yöneldiler. Yönetimin değişmesi, partiden atılanların geri
alınması, teorik eğitimlerin başlaması gibi talepler yükselten MDD’ciler, aynı
zamanda, TİP’in MDD’yi kabul etmesi gerektiğini öne sürüyor ama TİP’in
programına ve tüzüğüne yönelik kapsamlı / tutarlı bir eleştiri de
yapmıyorlardı.
MDD’cilerin gerçekte herhangi bir sosyalist
örgüt kültürüne sahip olmadıkları, onların TİP Istanbul örgütünü ele
geçirmelerinin ardından iyice açığa çıkmıştı. Ülkenin en büyük -hem de sanayi-
kentinde parti örgütünü elinde tutan MDD’ciler, bu durumdan bile
yararlanamadılar. Zira onlar, TİP gibi kitlesel bir işçi partisi ile ne
yapabileceklerini bilmiyorlardı. Sonuçta, MDD TİP’in içinde güç kazanırken
TİP’in kendisinin hızla güç kaybettiği bir açmaza girildi.
Çekoslovakya’nın Sovyet birliklerince
işgali ve Kremlin ile Pekin bürokrasileri arasında artık düşmanlık düzeyine
ulaşmış olan rekabet, bu süreci daha da sancılı ve keskin hale getirdi.
Türkiyeli “sosyalistler” bütün bu gelişmeleri yakından izliyorlardı. İlk açık
kırılma Çekoslovakya’nın işgaliyle yaşandı. MDD’ciler ile TİP içindeki
“sosyalist devrimci“ Aren-Boran ekibi Çekoslovakya’nın işgalini onaylarken,
işgale açıkça karşı çıkan tek kişi M. Ali Aybar oldu. Bu durum, Aren-Boran
ekibi ile Aybar’ın yollarının ayrılması anlamına geldi.
FKF
içindeki gençlik, işte bütün bu gelişmeler / tartışmalar içinde kendisine bir
yol bulmaya çalışıyordu. Onlar, nihayet, eski kuşak “komünistler” arasındaki
“verimsiz” tartışmaların “yararsızlığına” ikna oldular ve Asya, Afrika ve Latin
Amerika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerine damgasını vuran gerillacılıkta
karar kıldılar. Çünkü farklı Stalinist eğilimler arasında sürmekte olan bu
tartışmalar, yukarıda değindiğimiz gibi, hızla radikalleşen gençliğe, düzeni
değiştirme yolunda hiçbir perspektif sunmuyordu. Devrimci özlemlerle yanan
gençlik, kendi yolunu kendisi bulacaktı.
“68 kuşağı” olarak adlandırılan gençlik
içindeki ana eğilim, sınıf mücadelesini, işçi sınıfının devrimci özne olarak
rolünü ve kapitalizmin ortadan kaldırılması gereğini yok sayan, ulusal
bağımsızlıkçı MDD çizgisi oldu. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi etrafında
toplanan ve küçük-burjuva aydınların, öğrenci gençliğin ve Kemalist subayların
“ulusal bağımsızlıkçı” ve küçük burjuva devrimcisi özlemlerine hitap eden MDD
çizgisi, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Doğu Perinçek gibi gençlik önderlerini de
saflarına kattı. Elindeki MDD tezi ile Mihri Belli, ilk ideolojik gıdasını
Kemalizm’den almış olan gençliğin işçi sınıfından ve sosyalizmden iyice
uzaklaşmasında ve bütün devrimci enerjisini küçük burjuva radikalizminde
tüketmesinde belirleyici rol oynadı. Mihri Belli, 12 Martlara, Kızılderelere,
1970’li yılların kaos ortamına ve 12 Eylüllere uzanan; “kurtarıcı” rolüne
soyunan binlerce devrimci gencin işçi sınıfından kopartılarak devletin silahlı
güçlerine hedef kılındığı bütün bir sürecin, başlıca sorumlularındandır.
Yıkıcı söylem
Mihri Belli’nin ve MDD’nin Türkiye’deki
“sosyalist” / “devrimci” gençlik hareketine bıraktığı mirasın en az işçi
sınıfını mülk sahibi sınıflara, asker-sivil bürokrasiye ve küçük burjuvaziye
yedeklemek kadar yıkıcı olan bir diğer yanı, üslubuydu. MDD ile birlikte,
kuramsal ve siyasi argümanların yerini baştan sona keyfi ve öznel kriterlerle
belirlenen “ajan”, “işbirlikçi”, “hain” vb. kavramlar almış; 1969’ların
sonlarına gelindiğinde, eleştirinin yerini saldırganlık, örgüt içi çoğulculuğun
yerine tek seslilik geçmeye başlamıştır.
Mihri Belli ve MDD’nin
diğer önderleri, içinden geldikleri TKP’nin Stalinist siyasi kültürünü en kaba
biçimiyle yaşatıyorlardı. İşçi kitleleriyle ve kitle hareketleriyle ilişkisi
olmayan bir örgütte on yıllarca acımasız bürokratik bir cendere içinde yaşamış
olan bu kadrolar, her düşünce farklılığını “ihanet”, “işbirliği”, “provokasyon”
gibi kavramlarla mahkum etmeye alışıktılar. MDD’cilerin TİP’e karşı Yöndergisinde başlattığı
“ajan” türü suçlamalar, Türk
Solu’nun yayınlanmaya başlamasıyla birlikte iyice sistematik hale
geldi. Bu Stalinist üslup, kısa süre sonra, Dev-Genç’lilerin TİP üyelerine
yönelik fiziksel saldırılarıyla tamamlanacaktı. Zira “TİP oportünizmine karşı mücadele,
emperyalizme karşı mücadele demekti.” (Geçerken, söz konusu
Stalinist üslubun MDD ile sınırlı olmadığını; TİP önderliğinin muhalefeti
partiden atma sürecinde Aybar’ın onları “CİA ajanlığı” ile suçladığını da
unutmamak gerek.)
Sosyalizm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder