22 Temmuz 2010 Perşembe

Kapitalist Küreselleşme Kıskacındaki Küçük Burjuva Solu, Devlet-Toplum İlişkileri ve Kürt Ulusal Sorunu Üzerine

Türkiye Cumhuriyeti köklü bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçiyor. Bu süreci tetikleyen içsel ve dışsal faktörlerin her birinin, bir saniye bile olsun Marksist çözümleme yönteminden kopmadan ele alınması şart. Marksist devrimciler olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ni değişim ve dönüşüme zorlayan, tüm bu içsel ve dışsal faktörlerin birbiriyle olan diyalektik bağını analiz etmeli ve bu işi yaparken de temel metod olarak tarihsel materyalizmi kullanmalıyız.

Uzlaşmaz sınıfsal çelişkilerin bir ürünü olarak devletin ortaya çıkışı ile birlikte, bugüne kadar bilinen bütün devlet biçimleri tarih boyunca çeşitli değişim ve dönüşüm süreçleri yaşamıştır. Kapitalist küreselleşme sürecinin hızlandığı, ulusal pazarların ve devletlerin üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gelişimi önünde bir engel haline dönüştüğü, uluslararası kapitalist işbölümünün iç içe geçtiği böylesi bir çağda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi siyasi sınırlarına hapsolarak, dışsal faktörlerden tümüyle bağımsız bir iç değişim ve dönüşüm süreci yaşaması beklenemez.
Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası kapitalist sisteme olan siyasi ve ekonomik bağlılığı, gerçekte onun “ulusal” siyasetinin, uluslararası kapitalist sistem tarafından yönlendirildiğini göstermektedir. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermenistan Devleti ile imzaladığı iki taraflı protokol, hem uluslararası sermayenin hem de Türk sermayesinin, bu bölgeye yönelik yapmış olduğu yeni ekonomik planların siyasi üst yapıdaki yansımasıdır. Yoksa hamkafalı liberal profesörler gibi, bu protokolün “Türk ve Ermeni halkları arasında yeni bir barış köprüsü” olacağını sanmak, ancak ve ancak küçük burjuva liberallerine özgü bir ahmaklık olurdu.
Bu liberal bakış açısı, siyasi-iktisadi olguları, devletler ve toplumlar arasındaki “karşılıklı iyi niyet ve güven ilişkilerinin kurulması” ile açıklamaya çalışarak, -nesnel olarak- öznel idealizm batağına saplanmaktadır. Devletler ve toplumlar arasındaki ilişkilerin, hiç de küçük burjuva liberallerinin sandığı gibi olmadığını kanıtlamak zor değil. Şayet emperyalist ülkelerin siyasi ve ekonomik faaliyetleri dikkatlice incelenirse, üzerinde yaşadığımız dünyanın hiç de “karşılıklı iyi niyet ve güven ilişkileri” üzerine kurulmadığı görülecektir.

Küçük Burjuva “Solunun” Acizliği

Türkiye’nin uluslararası kapitalist-emperyalist sistemden –siyasi ve ekonomik anlamda- “bağımsızlaşmasını”, “kopmasını” talep eden küçük burjuva “solcuları”, küreselleşme sürecinin maddi-ekonomik dinamiklerini kavrayamadıkları içindir ki, kaçınılmaz olarak küçük burjuva milliyetçiliğinin-ulusalcılığının dar ufku ile yetinmek zorunda kalmaktadırlar. Bu görüşü savunan akımlar; Stalinist önderliklere, sendikal bürokrasiye ve sermayenin “milliyetçi-ulusalcı” kesimlerine yedeklenmekten kurtulamamakta, her defasında bu güçlerden yarar bekleyen sınıf işbirlikçi bir sağ çizgiye savrulmaktadır. Örneğin, AKP’nin yeni liberal ekonomik programına karşı mücadele ettiğini iddia eden bir dizi küçük burjuva “sol” akım, kendisini AKP’nin temsil ettiği liberal burjuvaziye “alternatif” olarak sunan ulusalcı burjuvaziye yedeklemekte, bütün bir politik programını –tıpkı burjuvazinin bu kanadı gibi- “AKP karşıtlığı” üzerine inşa etmektedir.
Bahsi geçen akımlar, bugün Türkiye’de bir seçim olsa, sırf “AKP’den kurtulmak” için, bugün sermayenin statükocu kanadının partisi olan CHP’yi hiç tereddüt etmeden destekleyecektir. Örneğin, ÖDP’ye yakınlığı ile bilinen Birgün’ün, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesini, okuyucularına “halkçı Kılıçdaroğlu” biçiminde duyurması bizi hiç de şaşırtmamıştı. Çünkü bugün ÖDP’nin çekirdeğini oluşturan 'Devrimci Yol' grubu, 1980 öncesi “emperyalizme ve faşizme karşı mücadelesinde”, açıkca CHP’yi ve “halkçı Ecevit”i desteklemişti. Hatta bu yıllarda, Devrimci Yol’un CHP listelerinden seçilen “devrimci milletvekilleri” dahi olmuştu. Sınıf ve sosyalizm mücadelesi adına ne büyük bir başarı!
“AKP’den kurtulmak” kapitalist sistemden kurtulmak anlamına mı geliyor? –En azından küçük burjuva “solcularının” Marksizmden bu kadar habersiz olmadığını umut ediyoruz- “AKP’den kurtulunca” sosyalist devrimin ve işçi hareketinin “önünün açılacağını” sananlara birilerinin sermaye düzenine karşı mücadelenin tek tek burjuva partilerine karşı mücadele olmadığını anlatması gerekiyor. Kapitalist sistemden kurtulmanın yolu bütün ülkelerdeki işçilerin kendi burjuva devletlerini yıkması ve bu yolla kendi “ulusal” burjuvazilerini mülksüzleştirmesinden geçmektedir. Ancak tek tek ülkelerde gerçekleşecek olan bu proleter devrimler, zaman içinde kapitalist-emperyalist sistemin ortadan kalkması ile sonuçlanacak olan bir dünya sosyalist devrimine dönüşebilir.
Küçük burjuva “sol” akımların siyasi iflasına neden olan temel sorun; işçi sınıfının mücadelesine yabancılaşmış olmaları, ideolojik-politik, taktik-stratejik açıdan kendilerini yenileyememeleri, bürokratik diktatörülüklerin sözde “sosyalizm” mirasını eleştirel bir tarzda aşamayarak, dünün fosilleşmiş Stalinist şablonlarına takılıp kalmış olmalarıdır.

Kapitalist Küreselleşme Sürecinde Devlet ve Toplum

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi devlet ideolojisi olan Kemalizm’in “değişmez” söylemlerinden biri “Türkiye’nin uygar medeniyetler seviyesine çıkma” hedefidir. Başka bir deyişle bu hedef, Türkiye’de kapitalizmin gelişmişlik düzeyinin, “uygar medeniyetler” olarak görülen “Batılı” kapitalist devletlerin gelişmişlik seviyesini yakalama hedefidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası kapitalist-emperyalist hiyerarşi içindeki -siyasi, ekonomik ve askeri- rolü belli olduğuna göre, bu Kemalist “ütopyanın” gerçekleşme ihtimali sıfırdır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bugünkü konumuyla, hem Batı kapitalizminin hem de uluslararası sermayenin bir taşeronudur.
Kemalizm’in Batı kapitalizmini “yakalama” hedefi, yani rejimin “kuruluş felsefesine” egemen olan ulusal kalkınmacı paradigma, kapitalist küreselleşme süreci karşısında iyice güçten düşmüş durumda (tıpkı Kemalizm'in altı ilkesinin çoğunda olduğu gibi). Ulusal pazar ve ekonomilerin küresel sermayenin önünde bir engel haline dönüştüğü bu çağda, Türkiye Cumhuriyeti’nin salt kendi ulusal kaynaklarına yaslanarak, uluslararası kapitalist sistemin parçası olması -ve onunla rekabet edebilmesi- mümkün değil.
Türk burjuvazisinin küreselleşmeci kanadı, bu gerçeği çok önceden gördüğü için, geleneksel 'Kemalist devlet' aygıtının, kapitalist küreselleşme sürecinin ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda yeniden yapılandırılmasını istemektedir. Ve bu amacına ulaşabilmek için de, geleneksel ulusalcı burjuva kanatlara –ve bu kesimlerin devlet içindeki (Ergenekon gibi) uzantılarına- karşı aktif bir mücadele yürütmektedir.
Türk burjuvazisinin küreselleşmeci kanadının önemli bir bölümü AKP’yi desteklemektedir. Küresel sermaye ile bütünleşmek isteyen bu kesimler için AKP, şimdilik “ideal” bir ortaktır. AKP bugüne kadar, küresel sermayenin Türkiye’ye yönelik geliştirdiği siyasi ve ekonomik planların iyi bir uygulayıcısı oldu. Uzun vadede, küresel sermayenin Ege-Akdeniz havzası, Ortadoğu ve Kafkasya’da arzuladığı “güven” ve “istikrar” ortamının yaratılmasında, Hem Erdoğan’a hem de AKP kadrolarına “büyük işler” düşecek. Onlar da bu görevi seve seve kabul etmeye hazır. Çünkü AKP’nin iktidarda kalabilmesi, AKP’nin hem ABD emperyalizminin hem de küresel sermayenin isteklerini ne ölçüde karşılayabileceğine de bağlı.
Türkiye'nin yaklaşık otuz yıl önce küresel sermayeye açılmasıyla birlikte yaşanmaya başlanan maddi-ekonomik ilişkilerindeki değişime paralel olarak toplumsal yapı da büyük bir dönüşüm yaşadı. Özellikle 12 Eylül askeri diktatörlüğünü takiben iktidara gelen Turgut Özal’ın uyguladığı yeni liberal politikalar, 1980’li yıllara kadar, görece “dünyaya kapalı” bir ülke olarak kalan Türkiye’nin, kapitalist küreselleşme sürecine entegrasyonunu hızlandırdı. Bu süreç sonucunda, toplumsal yapıda geri dönüşü mümkün olmayan bir tahrifat yaşandı. 1980 sonrası burjuva değerlerin –iş, para, kariyer odaklı bir hayatın- toplumsal “itibarı” arttı, bazı olumlu geleneksel değerler ise –karşılıklı dayanışma, yardımlaşma- fazlasıyla erozyona uğradı. 1980’li yıllardan sonra, toplumsal yozlaşma ve çürüme sorunu daha belirgin bir hal aldı.
Tüm bu olup bitenleri anlayabilmek için, Özal’ın uyguladığı yeni liberal politikaları daha iyi kavramak gerekir. Çünkü bu toplumsal yozlaşma ve çürümenin esas müsebbibi; 1980 sonrası, Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmi ile kurduğu bu yeni ilişki biçimidir. Daha önce ulusal sınırlar içinde “kendi kendini var edebilen” bir Türkiye kapitalizmi varken, Özal ile birlikte bu durum değişmiş, Özal bu içe kapalı ulusal ekonomiyi “dış dünyaya açmak” için, radikal bir yeni liberal ekonomik program -29 0cak Kararları- uygulamaya koyarak, sosyal yapıyı değişime zorlamıştır.
1980 sonrası karşı karşıya kalınan toplumsal yozlaşma ve çürümenin en temel nedeni, farklı burjuva hükümetleri tarafından uygulamaya konulan bu yeni liberal ekonomik programlardır.[1]

Kürt Sorununu Doğru Okumak

Türkiye Cumhuriyeti’ni değişime zorlayan “iç dinamiklerden” (en yakıcı olanlarından) biri de Kürt ulusal sorunudur. Devlet-i Aliye-yi Osmaniyye’nin son dönemlerinden başlayarak, “modern” Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar gelen zaman zarfında, Kürt sorunu hep varoldu. Fakat özellikle, 1980'lerin sonu ve 1990’lı yıllardan sonra Kürt sorunu, ülke gündeminden hiç düşmedi.
Bugüne kadar, dört farklı coğrafyaya –Türkiye, İran, Irak, Suriye- dağılmış olan Kürt halkının yaşadığı sorunlar, hem emperyalist devletler hem de bu dört baskıcı rejim tarafından daima görmezden gelindi ve –bilinçli olarak- çözümsüz bırakıldı. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt politikası da inkar ve imhaya dayanarak sorunu çözümsüz bırakmak ve ardından Kürtler’in birkaç “demokratik” kırıntı ile yetinmesini sağlamak üzerine inşa edilmişti.
Zaman zaman Kürtlere karşı “demokrasi havarisi” kesilen Türk devleti, bugün de Kürtler’in en masum demokratik taleplerine tahammül edememekte, bu talepleri yüksek sesle dile getiren tüm kesimleri acımasızca bastırmaya çalışmaktadır. Türk Devleti’nin, Kürtlerin demokratik taleplerini bastırmak için arkasına saklandığı bahane ise hep aynı: “PKK ve terör sorunu”.
Kürt coğrafyasında, küçük burjuva Kürt milliyetçiliğinin temsilciliğini yapan PKK’nin savunduğu temel strateji, Türkiye’deki devlet düzenini –özellikle anayasal alanda- değişime zorlamaktır. Küreselleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak bağımsız Kürt devleti kurma hedefinden vazgeçmek zorunda kalan PKK, özellikle 1995’den beri burjuva devlet düzenini “değişime zorlamaya çalışan” reformist bir strateji izlemektedir. Son dönem açıklamalarında birinci ağızdan ifade edildiği biçimiyle bu stratejinin baş mimarı Abdullah Öcalan’dır; “Sorunun çözümü demokratik Anayasa ekseninde yapılacak düzenlemelerle mümkün kılınabilir. Demokratik anayasa talebi temel beklentimizdir. Sorun bu eksende yapılacak düzenlemelerle çözülebilir.” (Abdullah Öcalan)
Kapitalist küreselleşme sürecinde, PKK gibi küçük burjuva milliyetçisi önderliklerin, ulusal sorunların çözümünü, burjuva düzen sınırları içinde arıyor olması, Marksist devrimciler açısından hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. PKK’nin yaşadığı ideolojik ve politik kriz, kapitalist küreselleşme sürecinin kaçınılmaz bir sonucudur. PKK’nin bağımsız Kürt devleti kurma hedefinden vazgeçmesinin gerçek nedenlerinden biri; en az Türk burjuvazisi kadar uluslararası sermaye ile bütünleşmek isteyen Kürt burjuvazisinin, bölgede kurulacak “bağımsız” bir Kürt devletinin, kendi sınıfsal-ekonomik çıkarlarına ters düştüğünü keşfetmesidir.
Kürt burjuvazisi açısından, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırları içinde kalarak, uluslararası sermaye ile bütünleşmek mümkün ve gerçekçi bir hedeftir. Bu yüzden PKK, sorunun “nihai çözümünü”, burjuva düzen sınırları içinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin reform ve restorasyona uğratılmasında görmektedir. Bu sayede Kürt burjuvazisi de Kürt illerinde, tıpkı Türk burjuvazisi gibi rahat hareket edebileceği –“özgürce” ticaret ve yatırım yapabileceği ve sömürüden pay alabileceği- bir “barış” ve “huzur” ortamına kavuşacak ve küresel sermaye ile işbirliği içinde artı-değer sömürüsünden pay alacaktır. Uluslararası sermaye ile bütünleşmek isteyen Kürt burjuvalarının, her defasında “barışa duydukları özlemi” dile getirmeleri, sadece sermayeye olan açlıklarının bir dışavurumudur.
Kürt sorununun varlığı, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk ulusçuluğu üzerine inşa edilmiş olan resmi devlet ideolojisini her defasında “yeniden üretmek” zorunda bırakıyor. Gelinen aşamada Türk devleti, “Kürt yoktur” tezinden “Türk, Kürt Laz Çerkez v.s hangi etnik kökenden gelirse gelsin herkes üst kimlikte Türktür” noktasına “radikal bir geçiş” yapmak zorunda kaldı. Ayrı bir “ulus” olarak Kürtlerin varlığı, Türk ulusculuğu üzerine inşa edilmiş bu şoven burjuva ideolojisinin, yani Kemalizm’in –T.C. Anayasası’nda da vurgulanan- “Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür” önermesine aykırı düşmektedir. Bu yüzden Türk devleti, mümkün olduğu kadar Kemalizm’in “kuruluş felsefesine” zarar vermeden, Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini düzen içi kanallarda eritmeye çalışacaktır.
Kemalist ideolojinin, hakim sınıflar tarafından çağın ve burjuvazinin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi kaçınılmazdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi konumundaki Kemalizm, kapitalist küreselleşme sürecinin etkilerinden bağımsız kalamaz, kalmadı da. 1930-40’ların ulusal kalkınmacı ekonomik paradigmasının siyasi üst yapıdaki –Türk etnisitesine dayalı ulusal devlet ve pazar kurma hedefi- yansıması olan 'Kemalist devlet', -ulusal sınırların kapitalizm için “anlamsız” olduğu bir çağda- artık kendi siyasal sınırları içine kapanarak –sadece Türklerden oluşan- homojen bir ulus devlet inşa edemez.
Bu sebeplerden dolayı, kapitalist küreselleşme sürecinin bilincinde olan liberal burjuva kanat, Kürt sorununun sadece militarist yöntemler ile değil, ancak PKK, Öcalan ve BDP’nin de bu sürece katılarak “çözülebileceğini” savunmaktadır.
TÜSİAD Yüksek İştişare Konseyi’nin toplantısının basına kapalı bölümünde konuşan işadamı Sedat Aloğlu; “Bazı gerçekleri görmek lazım. Artık hoşlanmadığımız birtakım şeyleri duymaya alışmamız lazım” diyerek, Kürt sorununun çözümü için “İmralı’nın görüşmelere katılmasını”, “Anayasa'ya “bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu” maddesinin konulmasını”, “bölgesel özerkliğin gündeme getirilmesini” önermişti. Bir dönem Yeni Demokrasi Hareketi’nin kurucusu olan Cem Boyner; “Biliyor musunuz Kürtler 30 yıl boyunca hiç Türk demediler. Muhatap olarak hükümetleri gördükleri için TC deyimini kullandılar. Oysaki Türkler hep Kürt dediler. Kürtler sadece politikaları dikkate aldığı için savaş ve uyuşturucu baronları kazandı hep. İki halkın birbiriyle problemi yok. Taşeron işine hiç girmeyeceğim. Açık yaraya sinek konar. Artık halkın diliyle konuşmanın zamanı geldi, askerin.. diliyle değil… Aynı toplantıda konuşan TÜSİAD Yönetim Kurulu başkanı Ümit Boyner de; “Türkiye'de susması gereken yegane unsur silahlardır” demişti. Türk burjuvazisinin “barışa olan özlemi” gerçekten gözlerimizi yaşartıyor!
Küresel sermaye, mimarı olduğu bu “kardeşleşme projesini” desteklemektedir. Çünkü silahlar susmadan, yani PKK tasfiye edilmeden -ki bunun silah yoluyla olmayacağı herkesin malumu- hem uluslararası sermayenin hem de Türk ve Kürt burjuvazisinin bölgeye rahatça yatırım yapması mümkün değil. Dolayısıyla aynı toplantıda konuşan, TÜSİAD üyesi Aynur Bektaş’ın “silahlar sussun, Doğu’ya hep beraber yatırıma gidelim!” sözleri gerçekten çok “manidar”dı. Bu durumun farkında olan PKK, zaman zaman şiddetin dozunu arttırarak, hem uluslararası sermayeye hem de Türk ve Kürt burjuvazisine “benim içinde yer almadığı bir çözüm projesi başarılı olamaz” mesajını vermek istemektedir. PKK, uluslararası sermayenin bölgeye yönelik geliştirdiği planlarda yer almak istiyor. Çünkü PKK, bu emperyalist planların dışında kalırsa, tasfiye olmaktan kurtulamayacağını çok iyi biliyor, bu yüzden uzun bir süredir Türkiye'ye bölgedeki çıkarlarına dair “akıl verme” siyaseti izliyor ve önerileri hiç şüphesiz hem küresel sermayenin hem de Türkiye burjuvazinin programıyla örtüşüyor. Örneğin Öcalan iki buçuk yıl önce, Gündem Gazetesi'nin internet sitesinde çıkan açıklamasında şöyle diyordu: “Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alıp da bugün dışında kalan Kürtlerle yeniden demokratik özerklik çerçevesinde ilişki kurulmalı. Bunun ulus-devlete, devletin birliğine zararı yok, aksine birliği daha güçlü hale getirecektir. Bölgedeki petrol zenginliği ekonomiyi güçlendirecektir.”
PKK’nin uluslararası sermayenin planlarına dahil olmak istemesi; küçük burjuva “solunun” iddia ettiği gibi, onun “dönekliğinin” bir sonucu değil, kapitalist küreselleşme sürecini çok önceden farkeden PKK önderliğinin, bu yeni döneme ilişkin geliştirdiği reformist stratejinin bir sonucudur.
PKK, kendi tabanı üzerindeki hakimiyetini ve uluslararası sermaye ve Türk devleti ile pazarlık şansını kaybetmemek için, zaman zaman saldırılarının dozunu arttırmaktadır. PKK’nin öncelikli hedefi, Öcalan’nın serbest bırakılması veya koşullarının iyileştirilmesi (ev hapsi gibi) ve Öcalan ya da BDP kanalıyla Türk devletinin kendisini muhatap almasıdır. Fakat PKK, kapalı kapılar arkasında kendisine karşı yapılacak tasfiye planlarını “boşa çıkarmak” için daha fazla silaha sarılmaktan da çekinmeyecektir.[2]
PKK daha fazla silaha sarıldıkça, Erdoğan ve AKP’ye bu daha pahalıya mal olacaktır. Geçmişte Sünni Kürtlerin bir kesimi ve muhafazakar sağ kanattan destek alan AKP, PKK saldırılarının dozu arttıkça her iki taraftan da oy kaybetme riski ile karşı karşıya kalabilir. AKP’nin “Demokratik Açılım” sürecini başlatmasının üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, AKP’ye oy veren Kürt kitlelerini tatmin edici somut bir adım atılmadı. Aynı şekilde, “İslami değerlere olan bağlılığından” dolayı AKP’ye oy veren muzafazakar sağ kesim de, PKK saldırılarının artmasına bağlı olarak, milliyetçi-şoven özüne geri dönerek, şimdiye kadar AKP’ye vermiş olduğu desteği geri çekebilir. Türkiye siyasetine ağır bir milliyetçiliğin egemen olduğunu göz önüne alınırsa, AKP’nin iç siyasi dengeler açısından, bıçak sırtında ilerlediğini kabul etmek gerekir.
Gelinen noktada, kamuoyunun tepkisinden çekinen Erdoğan ve AKP’nin Kürt sorunundaki hareket alanı iyice “daralmış” durumda. Erdoğan, PKK’nin askeri açıdan tasfiyesinin şimdilik mümkün olmadığını bildiği için [3], özellikle iç politikada daha “milliyetçi bir duruş” sergileme ihtiyacı duyabilir. Erdoğan artık daha fazla “kan dilini” kullanıyor. Erdoğan PKK eylemleri için “döktükleri kanda boğulacaklar” demişti. Kuşkusuz Erdoğan’ın asıl amacı, içerde oluşan bu milliyetçi tepkiyi hafifletmek ve en azından muhafazakar sağ oyları kaybetmemektir.
25 yıldır devam eden iç savaşın “ağır bilançosu”, beraberinde rejim içi çatışmaları da arttırmıştır. Uzun yıllar boyunca hakim sınıfların Kürt sorunu üzerinde uzlaştığı tek mutabakat konusu, Kürtlerin en masum ulusal demokratik taleplerinin dahi bastırılması olmuştu. Bir dönem, Kürt sorununun askeri yöntemler ile çözülebileceğini inanan hakim sınıflar, politik ve askeri alanı tümüyle TSK’ya bırakmıştı. Uzun yıllar, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi Kürt politikasını belirleyen kurum TSK oldu. Küreselleşme süreci ile birlikte, Türkiye'nin dünya ve bölgedeki konumunda da önemli değişiklikler olmaya başladı ve TSK’nın sorunu militarist yöntemler ile çözemeyeceği anlaşıldı, işte o zaman, sorunun çözümüne ilişkin “farklı önerilere” sahip sivil ve askeri güç odakları arasında şiddetli bir “iktidar mücadelesi” başladı.
Bugün hakim sınıflar içinde, eski militarist politikaları sürdürmek isteyen şoven-milliyetçi güçler olduğu kadar, buna karşı sorunu çeşitli “demokratik açılımlar” ile “çözmekten” yana olan “liberal” güçler de var. AKP bu ikinci eğilimin politik temsilcisidir. Erdoğan bu durumu teyit edercesine, “Ulus’a Sesleniş” konuşmasında şunları söylüyordu; “Bu mesele öfkeyle, şiddetle, sloganla, hamasetle çözülebilecek bir mesele değildir; aklıselimle, şefkatle, anlayışla, kararlı ve samimi gayretle çözülebilecek bir meseledir. Yıllarca bölgede olağanüstü hal uygulandı, yasaklarla, kısıtlamalarla, tecritle ne terör geriledi, ne kayıplar azaldı. Aksine bölgede hem gerilim arttı, hem yoksulluk arttı, hem adaletsizlik arttı, hem de şartlar teröre çok daha elverişli hale geldi. Şunu herkes bilsin ki devlet olarak bu şiddet diline, bu çatışma kültürüne teslim olmayacak, aklıselimimizi ve soğukkanlılığımızı asla yitirmeyeceğiz. Biz terörün sonunu getirecek olanın daha fazla demokrasi, daha fazla adalet, daha hakça bir paylaşım, daha dengeli, daha yaygın bir kalkınma olduğuna inanıyoruz.” Hiç kuşkusuz bu bir tür “havuç sopa” politikasıdır. Kendisini “demokrasi” maskesi arkasına gizleyen AKP’nin gerçek hedefi, hem uluslararası sermayeyi hem de Türk ve Kürt burjuvazisini memnun edecek “kalıcı bir çözüme” ulaşmaktır.
AKP olsa da olmasa da, Türk sermaye devleti Kürt halkının “ağzından havucu, sırtından sopayı” eksik etmeyecek, ve sorunu düzen sınırlarının dışına fazla taşımadan, çeşitli “demokratik açılımlar” ve askeri önlemler ile “çözmeye” çalışacaktır.

Peki Çözüm Ne?

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorununa yönelik geliştirdiği “çözümsüzlük siyaseti”, kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan da bir politik tercihtir. Türk Devleti’nin şimdiye kadar, kendi stratejisi temelinde sorunu “çözememesinin” önemli nedenlerinden biri de sorunu çözecek siyasi ve ekonomik araçlardan mahrum olmasıdır. Örneğin, bugün devletin en yetkili organları açıklama yapıp; “Evet, biz bugüne kadar hata yaptık, bundan sonra Kürt çocukları ana dillerinde eğitim alabilecek!” dese bile, bu aldatmacaya kanmamak gerekir. Çünkü Türk devleti, şoven resmi ideolojisi ve eğitime ayırdığı güdük ekonomik kaynaklar ile, Kürtlere bu hakkı verebilecek bir durumda değil. Türk Devleti’nin bunun yapabilmesi için siyasi, ekonomik, anayasal ve eğitim alanı da dahil olmak üzere, bütün bir devlet mekanizmasının bir dizi radikal reformdan geçirilmesi gerekmektedir. Halihazırda Türk Devleti’nin böylesi bir gücü, iradesi ve en önemlisi de niyeti yok.
Kürtçe eğitim gibi masum bir talebin bile hayata geçirilebilmesi için, Kürtlerin ulusal varlığını yok sayan şoven resmi ideolojinin ve eğitim sisteminin devrimci bir tarzda ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu düzen sınırları içinde yapılamaz, ancak devrimci ve sosyalist bir dönüşüm, Kürt çocuklarının bu hakkı gerçek anlamda elde etmesini sağlayabilir. Ancak bunun “yapılamaz” olduğu gerçeği, Marksistleri ve işçi sınıfını “Kürt sorunun çözümünü devrim sonrasına havale etme”ye götürmez. Aksine bizler Kürt halkının ezilmesine son verilmesi ve demokratik haklarının kabulü için, yani devletin ve resmi ideolojinin Türk egemen karakterinin ortadan kaldırılması, bir ulusa (burada Türklere) ayrıcalık tanıyan tüm düzenlemelerin ve resmi bir devlet dilinin olmaması, koruculuk sisteminin lağvı, anadilinde eğitim gibi talepler uğruna mücadelemizi sonuna kadar sürdürür, fakat ulusal sorunların kapitalizm altında tam bir çözüme kavuşturulamayacağı gerçeğini de sürekli vurgularız.
Bugün Türk Devleti’nin içine düştüğü çelişkiler yumağı düşünüldüğünde, böylesi devrimci ve sosyalist bir dönüşüm, -PKK’nin savunduğunun aksine- mevcut devlet yapısını reforma uğratarak değil, ancak Türk ve Kürt emekçilerinin mevcut burjuva devleti yıkarak, yerine koyacakları bir işçi devleti aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Yalnızca devrimci ve sosyalist bir dönüşüm yoluyla, Kürt ulusal sorununu gerçek bir çözüme kavuşturulabilir.
Kürt ulusal sorununun nihai çözümü, kendilerini Marksist devrimci bir işçi partisi biçiminde örgütlemiş olan; Türk ve Kürt işçilerin gerçekleştireceği sosyalist bir devrim ile mümkündür. Bunun dışındaki tüm “demokratik”, “reformist” çözüm önerileri, Türk ve Kürt emekçilerinin sermaye düzenine yedeklenmesi anlamına gelecektir. Marksist devrimcilere düşen görev; işçi sınıfını devrimci marksist program etrafında örgütlemek, Kürt yoksul kitlelerinin “ulusal kurtuluş özlemlerini” işçi sınıfının önderliği altında sosyalizm mücadelesi ile birleştirmektir.
Marx, Engels, Lenin ve Troçki gibi bilimsel sosyalizmin büyük ustalarının da sık sık tekrarladığı gibi; tutarlı olarak ulusal baskıya karşı çıkabilecek ve buna karşı mücadele edebilecek tek devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. Bu yüzden işçi sınıfı, ulusal sorunun tek gerçek çözüm merkezidir.
Kürt ulusal sorunu, artık Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği açısından “kritik bir önem” kazanmış durumda, bunun bir nedeni de, sorunun her geçen gün daha fazla uluslararası bir nitelik kazanmasıdır. “Çözülmemiş” bir Kürt ulusal sorunu, Türkiye Cumhuriyeti’ne uluslararası platformda sürekli “ayak bağı” olacaktır. Uluslararası sermayenin bu bölgeye yönelik farklı hedeflerinin olması da, bu meseleyi, hem Türkler hem de Kürtler açısından daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Konuyu derinlemesine analiz etmeden, her şeyi “ezilen kürt halkının mağduriyetine” indirgeyerek açıklamaya çalışan küçük burjuva “solcuları”, her defasında kendi politikasızlıklarının kurbanı olacaktır.
Uluslararası sermayenin ve Türk ve Kürt burjuvazisinin bu bölgeye yönelik planlarını daha iyi kavramak gerekiyor. Bu olmadan, Kürt ulusal sorununa ilişkin sağlıklı bir Marksist çözümleme yapılamaz.

Dipnotlar

[1] Bu konuda belirleyici olan maddi ekonomik faktörlerdir. Bu yüzdendir ki, Marksizm bize bütün toplumsal çelişkilerin açıklamasını maddi yaşamın yeniden üretiminde, yani üretici güçler ile üretim ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkilerde aramamız gerektiğini öğretir. Dolayısıyla, Marksistler, –yozlaşma ve çürüme meselesinde olduğu gibi- toplumsal çelişkileri yaratan nedenleri de, maddi ekonomik süreçlere bakarak analiz etmek zorundadır.
[2] PKK, Türk devleti ve TSK ile baş edemeyeceği için değil, Kürt halkının buna isteği ve desteği “sınırlı” olacağından, “silahlı tırmanışını” uzun süre sürdüremez. “Çatışmadan bıkmış” Kürt halkının 1990’lı yıllara geri dönmek istemesi için bir neden yok. “Kitle desteği” sağlam olmayan bir gerilla savaşının da “tırmandırılması” mümkün değil. Nitekim Diyarbakır’da 99 STK bir araya gelerek bir bildiri yayımladı. Açıklamayı okuyan Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası başkanı Galip Ensarioğlu şöyle diyordu: “Halkın yüzde 90’ından fazlası bizi destekliyor ve çatışmalara kesinlikle karşı. Halk savaştan bıktı ve illallah etti. Bölgedeki gerçek duygu, bu çatışmaların bir an önce durması.” PKK’nin “silahlı tırmanışı” sürdürmesinin önündeki “en büyük engel”, Kürt halkının bu savaştan usanmış olmasıdır. Aynı şekilde Kürt burjuvazisi de, sınıfsal-ekonomik çıkarlarına zarar verdiği için, her fırsatta PKK’ye “silah bırak” çağrısı yapmaktadır. Tüm bunlara rağmen, önümüzdeki günlerde PKK eylemleri daha da artarak devam edecektir.
[3]Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin salt kendi siyasi ve askeri gücü ile PKK’yi tasfiye edemeyeceğine inanmış olmalı ki; Obama ile görüşmesinde, PKK’ye karşı mücadelede NATO’nun isminden söz etmesi, bir Türkiye Cumhuriyeti Devletini “küçültücü”, iki PKK’yı çok “büyültücü”, üçüncüsü durumun gerçekliği ile bağdaşmayan bir yaklaşımı yansıtıyordu.

Can Öykü

Hiç yorum yok: