1993
yılında Sivas Madımak Oteli’nde 35 insan devletin gözetiminde
gerici bir güruh tarafından diri diri yakılarak katledilmişti. 19
yıldır süren bu davada son nokta ise henüz kondu; Ankara 11. Ağır
Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada, avukatların son beyanlarının
dinlenmesinin ardından karar açıklandı. Mahkeme, sanıklar Cafer
Erçakmak ve Yılmaz Bağ’ın ölmeleri; Şevket Erdoğan, Köksal
Koçak, İhsan Çakmak, Hakan Karaca ve Necmi Karaömeroğlu yönünden
ise "zamanaşımı" nedeniyle kamu davasının
düşürülmesine karar verdi.
Hatırlanacağı
üzere, yaşanan katliam sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2
de katil olmak üzere 37 kişi hayatını kaybetmişti. Tüm bunlar
olurken güvenlik güçlerinin hiçbir şekilde müdahale etmemesi ve
olaylar durulmaya başlandıktan sonra devreye girmesi katliama
bizzat devlet tarafından göz yumulduğunu gösteriyordu. Bu
durumda, devletin ve onun “adalet” kurumlarının katliamı
sahiplenmesine ve katilleri korumasına şaşırmamak gerekir!
1993
Ekim’inde başlayan 124 sanıklı Sivas davası defalarca
bozuldukta sonra, 2000 yılında “nihai karar” verilmişti. 33
sanık idam cezasına mahkum edildi. Bu arada 7 sanık firar etti.
Yurtdışına kaçmış olanların Türkiye’ye iadesi sağlanamadı.
Türkiye’de olanlarsa o dönem içinde evlenmek, ehliyet almak gibi
çeşitli işlemler yaptırmış olmalarına rağmen bir türlü
“bulunamadı”. Hatta yıllarca “kırmızı bülten”le aranan
Cafer Erçakmak son nefesini 2011′de Sivas’taki evinde verdi. 13
Mart’ta son duruşması görülen dava ise, katliamın “insanlık
suçu” teşkil etmesine ve bu durum mahkeme başkanı tarafından
da teyit edilmesine rağmen, zamanaşımıyla sonuçlandı.
Son yaşanan olaylara baktığımızda, karşımızda bir kapı gibi duran egemen adalet sistemiyle karşı karşıya kalıyoruz. Adalet sistemiyle olan bu karşı karşıyalık ve tüm bu yaşananlar beraberinde sorulması gereken asıl sorular ise “kimin adaleti?”, “neyin adaleti?” sorularıdır. Bu soruların yanıtı ise, kısaca, “bu, egemenlerin adaleti”dir.
Sivas Katliamı Davası'nı zamanaşımıyla sonuçlandıran burjuva adalet sisteminin uzantılarını, bugün üniversitelerde de yakıcı biçimde görüyoruz. Bir anda göze alakasız gelebilecek olsa da insanlık suçu içeren bir katliamı zamanaşımıyla sonuçlandıran yargı anlayışıyla, üniversite yönetimlerinin dayandığı anlayış aynı kaynaktan beslenmektedir. Neredeyse bütün üniversitelerde, öğrencilere keyfi soruşturmalar açılmakta ve keyfi cezalar verilmektedir. Aynı Sivas Katliamı'nın faillerini koruyan zihniyet, bugün üniversitelerde birçok saldırının ve provokasyonun "failleri" faşistleri, özel güvenlikleri ve sivil polisleri korumaktadır!
Üniversitelerde, rektörlük-polis-faşist üçgeni birçok provokasyona ve saldırıya imza atarken, bütün bu yaşananların sonucunda devrimci öğrenciler keyfi soruşturmalarla, cezalarla ve hatta tutuklamalarla karşılaşmaktadırlar!
Yine
bu, bashettiğimiz uygulamalara üniversitemizde tanık oluyoruz.
İstanbul Üniversitesi'nde faşist ve ÖGB saldırısına maruz
kalan biri İktisat-Siyaset
okuru, iki öğrenciye "karşıt görüşlü öğrenciler
arasında yaşanan sözlü arbede ve özel güvenlik görevlilerinin
darp edilmesi" neden gösterilerek iki
yarıyıl
uzaklaştırma cezası verilmiştir. Olay günü, birçoğu
okulun öğrencisi olmayan ve ellerinde sopa, satır vb. aletlerle İÜ
Hukuk Koridoru'nu basarak öğrencilere saldıran yaklaşık 20-25
faşist, İÜ okul yönetimi nezdinde "mağdur" sayılmış
ve aynı sırada öğrencileri darp eden özel güvenlikler saldırıya
uğradıklarını iddia edebilmişlerdir; onların, bunun için
herhangi bir kanıt sunmaya dahi ihtiyaçları bulunmuyor. Ayrıca
olayı takiben ne faşistler ne de özel güvenlikler hakkında en
ufak bir yasal işlem başlatılmadı. Bununla da yetinmeyen okul
yönetimi, öğrencilere ceza yağdırdı ve haklarında savcılık
tarafından soruşturma başlatıldı. Beraberinde, faşistler giriş
kapılarında bulunan X-Ray cihazlarına rağmen üniversite
içerisine demir sopa, satır vb. cisimleri "rahatça"
sokabiliyorken, aynı İÜ Rektörlüğü çantasını "X-Ray
cihazına koymadan geçmeye çalıştığı" gerekçesiyle bir
öğrenciye bir
yarıyıl uzaklaştırma
cezası verebiliyor!
Benzeri birçok olayın sonucunda açılan soruşturmalar göz önüne alındığında ise, saldırıların ve keyfi cezalarla eğitim hakkı engellenen öğrencilerin sayısının gitgide artacağı kimse için şaşırtıcı olmamalı. İÜ'de Ocak ayında keyfi şekilde gözaltına alınan 24 öğrenciye ve daha birçok öğrenciye de çeşitli sebeplerden soruşturmalar açılmıştır. Sistematik bir hal alan saldırılara karşı, biz öğrencilerin, üniversite işçileri ve eğitim emekçileriyle birleşik ve örgütlü bir mücadele hattı oluşturmamız gerekiyor. Bu, gerçekte hepimizi hedef alan ve öğrencileri sermayenin gelecekteki uysal işçileri olarak yetiştirmeye amaçlayan saldırıları püskürtebilmemiz sağlayacaktır. Aksi durumda, yalnızca dört bir yandaki kameralar, sivil polisler ve özel güvenliklerle sarılmakla kalmayacağız, fikirlerimizi ifade etme özgürlüğümüzün dahi tamamiyle ortadan kalktığını göreceğiz.
İktisat-Siyaset
15 Mart 2012'de yayınlanan bildiri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder